Sunay AKIN / Anı – Araştırma / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Basım- Kasım 2018 / 179 Sayfa
Hazırlayan – Ayşegül KAŞKAR
Sunay Akın resmi internet sitesinde kendisini şöyle anlatıyor bizlere …
“Sokakları yokuş olan Trabzon’un, düz yer özlemiyle yapılan teraslı evlerinin birinde geçti çocukluğum. 1969’un 20 Temmuz gecesi, Ay’daki insanı görürüm umuduyla o terastan baktım gökyüzüne. O yıllarda dedeler şapkalı ve bastonlu olduğu için Şarlo’ya da aynı terasta özenmem zor olmadı. Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarının arkasına yazılı şiirleri okudum. İlk şiirimi, gardroptaki boş bir askıya yazdım ve ‘üşümüyor musun?’ diye sordum. Terzi babamın dükkanından aldığım kumaş parçalarını haritalardaki ülkelere benzeterek ceplerime doldurur, dünyayı ceplerimde taşıyacak kadar güçlü olduğuma inanırdım. Gördüğüm tüm telefon kulübelerine girdim çıktım ama Süpermen’e uçma gücünü veren o sihirli telefon kulübesini hiç bulamadım! Trapezcilerin pelerinlerini çok sevdim bir de.. Kanatlarım olmadığı için uçmanın sırrının pelerinde olduğunu düşündüm ve birgün evdeki bir perdeyi boynuma asarak çıktım sokağa. Annemin sesindeki sert rüzgarla da eve döndüm!
İstanbul’u ilk kez 7 yaşında gördüm ve babamın beni götürdüğü ilk yer de Arkeoloji Müzesi oldu. Trabzon’a geri dönünce bir çekmeceye annemin yüzüklerini, kolyelerini, küpelerini koyarak arkadaşlarımla ‘müzecilik’ oynamak için sokağa çıktım. Oyun ‘Süpermencilik’ gibi çok uzun sürmedi!
Televizyondaki bir diziyi hiç kaçırmadım. O dizi başlamadan önce ekran ile arama çamaşır leğenini koyardım ve seyrederken başımı sürekli olarak suya daldırıp çıkarırdım. Bu yüzden Kaptan Cousteau’nun arkasında, ona en yakın yüzen dalgıç olduğuma inandım.. Ama kendimi sürekli olarak ‘Çocuk Ruh Doktoru’nun karşısında buldum!
Yağmur suyundan okyanuslara, derelerden göllere yaptığım binlerce kağıt gemiyi bıraktım. Sonra bu işten emekli oldum. Bu yüzden ilk ünvanım ‘kağıt gemilerden emekli kaptan’dır.
Futbolda doksan dakika arkadaşlarına sırt çevirmeyen tek oyuncu olduğu için kaleciliği sevdim. Hezarfen Ahmet Çelebi ve Süpermen olamadım ama kaleci olarak uçtuğumda kimse beni yadırgamadı.
Üniversite yıllarında, Cağaloğlu yokuşunu çıkan şairlerin ve yazarların iki üç adım arkasından yürüdüm; sohbetlerinden yere düşen sözcükleri toplamak için. Kız Kulesi’ne çıkarak, bu tarihi mekanı ‘Şiir Cumhuriyeti’ ilan ettim. Hayallerimi anlattım ama o yeri bile çok görüp, şiir akşamları, resim sergileri, konserler düzenlediğim küçük adadan kovuldum. O günden beri, Şiir Cumhuriyeti’nin devrik Cumhurbaşkanı olarak yaşıyorum.
Hayatımdaki en önemli ödül ise Cemal Süreya’nın benim için ‘İlk şiirlerinden biriyle uçtu çocuk’ demesi oldu…
Uçmak!..
Bundan daha büyük bir ödül kazanamayacağıma inanıyorum.”
12 Eylül 1962
12 Eylül 1962 tarihinde Trabzon’un Maçka ilçesinde doğan (bu yüzden 18 yaşından beri doğum gününü kutlamadığını söyleyen) Şükrü Sunay Akın, lise öğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu. İlk şiirleri 1984 yılında dergilerde yayınlanmaya başladı. Anlık ilhamlara dayanan ve genellikle kısa olan şiirleri, Orhan Veli’nin şiirindeki bazı özelikleri günümüzde sürdüren bir yapıya sahiptir. Ayrıca bu tür şiirlerde genellikle rastlanmayan yumuşak, lirik bir tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreyya’nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.
23 Nisan 2005 tarihinde, 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, hayali olan İstanbul Oyuncak Müzesi’ni Göztepe, İstanbul’da tarihi dört katlı bir konakta açtı.
Belçin Akın ile evli olan Sunay Akın 2 çocuk sahibi.
Yayımlanmış Kitapları
Hayal Kahramanları (2015), Geyikli Park (2013), Bir Çift Ayakkabı (2011), Çorap Kaçığı (2010), Ay Hırsızı (2009), Tuncay Terzihanesi (2007), Kule Cambazı (2004), Kırdığımız Oyuncaklar (2003), Onlar Hep Oradaydı (2002), İstanbul’da Bir Zürafa (2001), Önce Çocuklar ve Kadınlar (2000), Ayçöreği ve Denizyıldızı (2000), 62 Tavşanı (2000), Kız Kulesi’ndeki Kızılderili (2000), İstanbul’un Nazım Planı … (1999), Kırılan Canlar (1997), Vesaire …Vesaire (1994), Antik Acılar (1995), Kaza Süsü (1996), Makiler (1996), Şairler Matinesi (1993), Şiir Cumhuriyeti (1993) – Safa Fersal ile birlikte, Küçük Asker … Küçük Asker … (1995)
İlk Kaleci kazağım …
İstanbul’a göç ettiğimizde Yeşilköy’e taşınmıştık. Evimiz bahçeli bir apartmanın girişindeydi ve yan apartmanın aynı katındaki komşumuzun oğluyla kolayca arkadaş olmuştuk. Bir akşam bahçelerimizi ayıran duvarın üstünde otururken, birlikte bir futbol takımı kurmaya karar verdik. Bizim bahçede meyve ağaçları olduğundan, arkadaşlarımızla maç yaptığımız komşumuzun evinin arka bahçesinde toplandık.
Kimin hangi mevkide oynayacağına karar veriyorduk. Santrafor için tek aday vardı, komşumuzun oğlu. Babamla bahçedeki masada birbirini ağırlayan babası eski bir futbolcuydu. Bizim takımın tartışması sürüyordu, çünkü kimse kaleye geçmek istemiyordu. Kaleye geçmek, topa iyi vuramamak, çalım atamamak, daha doğrusu kötü futbolcu olmak demekti.
Öyle hararetli tartışıyorduk ki, yanımıza gelen, santrafor arkadaşımızın kendisiyle aynı adı taşıyan babasını fark edemedik: “Neden?” dedi bize. Kavga etmediğimizi, aramızdan kimsenin kaleci olmak istemediğini söyledik. Taşlardan bir kale kurmamızı isteyerek, anlaşmazlığa son veren sözünü söyledi: “Hepiniz teker teker kaleye geçeceksiniz. Şutları ben çekeceğim ve kimin kaleci olacağına karar vereceğim ve itiraz olmayacak.”
Bir zamanlar kalecilerin korkulu rüyası olan şutlarını birbiri ardına sıralamaya başladığında, bırakın tutmayı, aramızda topu gören bile yoktu… Kaleye her geçen komik duruma düşüyor, bir sonraki hırslanarak golü kurtarmaya çalışıyordu. Kaleci olmak istemeyen çocukların bir tek hayali vardı, o efsane futbolcunun ayağından çıkan topu yakalamak!
Yerdeydim ve avuçlarım kızgın kömür parçalarını tutmuşum gibi yanıyordu… Sağ yanıma gelen şutu halâ nasıl olduğunu anlayamadığım bir refleksle kurtarmıştım… O an Lefter’in sözü duyuldu: “Tamam, bulduk! Kaleye Sunay geçecek.”
Babam, futbol takımı kurduğumuzu komşumuz Lefter Küçükandonyadis’ten öğrendiğinde “Formalar benden” demişti. Bir akşam, elinde iki büyük paketle geldi eve. Formaların sarı lacivert renklerde olduğunu görünce ağabeyim de ben de çok şaşırdık. Trabzonluyduk ve bordo mavi forma almasını ısrarla istemiştik babamızdan. Babamın, futbolun kardeşlik ve dostluk olduğunu anlayamayanlara söylenecek güzel cümlelerinden biri kulaklarımda halâ: “Oğlum, sizin takımda Lefter var. Onun farklı renkte forma giymesi yakışık almaz.”
Babamın aldığı formalar arasında kaleci kazağı yoktu. Ben de kendi formamı kendim yapmaya karar verdim. Bir fanilamın arkasına ispirtolu kalemle “1” ve önüne de nedendir bilmem, İngiliz takımı “Stoke City”nin adını yazdım. İlk kaleci kazağıma ise iki yıl sonra kavuşacaktım.
Yıllar sonra her şey lacivert ve beyaz renklerde, üstünde sırasıyla “Maç, tarih, saha, hareket, not” yazan tabelanın elektrik direğine asılmasıyla başlamıştı…
Zeynep Kamil Gençler Gücü’nü kurmuştuk. Eski Topbaşı Caddesi’nin semte adını veren hastaneye en yakın elektrik direğine asılı takımın tabelası altından geçerken, başını kaldırıp bakan on üç on dört yaşlarında çocuklardık… Ama ne formamız vardı ne de futbol topumuz!
Karar verdik, para toplayacaktık. Kimden mi? İstanbul’dan!
Bir arkadaşımızın babasının çalıştığı matbaada bastırdığımız makbuzlar elimizde, Zeynep Kamil’den yokuş aşağı yürüyerek esnaftan kapı kapı para istemeye başladık. Üsküdar iskelesine vardığımızda topladığımız parayı saydık ve yeterli olmadığını gördük. Başımızı kaldırıp karşı yakaya, tarihi yarım adaya baktık. Babalarımız para kazanmak için oraya gidiyordu. Evet, para İstanbul’un Avrupa yakasındaydı.
Ertesi gün Eminönü’ne geçtik, gagası ve ayakları sarı, gövdesi beyaz martılarla arkadaş olsun diye aynı renklere boyanan bir vapurla… Sirkeci’nin arka sokaklarında mağazalara sırasıyla girip, bir futbol takımı kurduğumuzu ve malzeme almak için para topladığımızı söyleye söyleye Büyük Postane’nin karşısındaki spor malzemelerinin satıldığı caddeye vardık. Portakal renkli, kollarında siyah şeritler olan kaleci kazağını orada gördüm ve tüm çekingenliğim gitti üstümden. Cağaloğlu Yokuşu’nda, kapısından içeri girdiğim neredeyse her mağazadan cebim dolu çıktım. Bunu, portakal rengindeki kaleci kazağına sahip olmanın azmiyle başardığımı düşünüyorum. Çok sonra anladım ki, o yokuştaki mağazaların sahipleri kırtasiye, okul malzemesi ve kitap satıcılarıydı… Ve karşılarındaki forma almak isteyen çocukların hevesini kırmayacak kadar duyarlı, aydın insanlardı.
İstanbul, 1974 yılının yazında, futbol takımı kuran çocuklarına forma, şort, tozluk, top ve kaleci kazağı alan bir kentti… Ve bunu sadece iki günde başarmıştı…
…