“A.Kemal KAŞKAR –
Küçük İskender / Deneme / Can Yayınları / 1. Baskı – Kasım 2016 / 255 sayfa /
1964 yılında İstanbul’da doğan Küçük İskender Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne girdi, son sınıfında okulu bıraktı. Ardından İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümüne girdi, 3 yıl sonra oradan da ayrıldı. 1980’li yıllardan başlayarak pek çok dergide şiirler, eleştiri yazıları, denemeler yazdı.
2000 yılında Orhon Murat Arıburnu Ödülleri’nde “Bir Çift Siyah Deri Eldiven” adlı şiir kitabıyla birincilik aldı. 2006’da “İskender’i Ben Öldürmedim” adlı şiir kitabıyla Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nü kazandı. (Bu ödül, Milas-Ören Belediyesi’nce ‘şiir dalında’ başlatılmış olan ve halen Milas Belediyesi’nce edebiyatın tüm dallarında verilmeye devam edilen bir ödüldür.) 2014’te Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün 7’ncisi Küçük İskender’e verildi. Jüri ödülün gerekçesini, “Türk şiirine getirdiği özgün soluk ve şiir dilinin geliştirilmesinin yanı sıra otuz yıl boyunca tavrındaki tutarlılık” olarak özetledi.
Bir dönem seslendirme, radyo programcılığı ve senaristlikle de uğraşan Küçük İskender, ‘O Şimdi Asker’ ve ‘Ağır Roman’ da dâhil olmak üzere beş filmde rol alarak sinemalarda da boy gösterdi.
“Her Şey Ayrı Yazılır”
“Her Şey Ayrı Yazılır” Küçük İskender’in “son denemeler”ini bir araya getirdiği kitabı. Kitabın alt başlığı, adından da öte anlamlı: “Panik yok: Çıkış yolunu bulamasanız da olur.”
Bu kitabını okuyordum bir süredir Küçük İskender’in, ölüm haberi geldiğinde sonuna gelmemiştim henüz … Sizlerle, “Birinci tekil şahısların dikkatine .. Aşk, İkinci Peron’dan hareket etmek üzeredir” anonsuyla başlayan kitaptan bazı bölümleri paylaşmak istedim …
seslensem artık Eco yok
Yönetmen Çalışıyor
“ben bir gün aşkı seçerim.” Öyle demişti. Şiirlerinden biri, ansızın böyle başlıyordu. Bir gün aradı beni, aşk için değil elbet, “TRT’ye bir film çekiyorum, senin de içinde olmanı istiyorum” dedi. Oysa çok büyük bir yakınlığımız yoktu. Şair çağırınca gittim sete. Dergi çıkarmak isteyen bir delikanlıyı oynayacaktım, rolüm bir-iki dakika bir şeydi. Göründüm. Görünmüş olmayı tercih ederim, çünkü filmi izleyemedim. Yıllar sonra araştık. Bir kopyasına ulaşamadığımı söyledim filmin. “Bende de yok” dedi. Kayıp Aşıklar Müzesi hakikaten kaybolmuştu. Bir gün aşkı seçmeyi arzulayan şair yönetmen Adnan Azar halâ aramızda değil. Ölmek gibi bir fiil kullandı yakınları. Yutkundum. Bana göre: Filmini aramaya gitti. Bir daha da dönemedi. Dönerse haber veririm size. Filmi de beraber izleriz.
Sabaha Karşı’lar
Edebiyatçıların saplantısı gece 12’den sabahın öttüğü saatlere uzanan yelpazede renk olmak bence; verimi orada bulduklarına inanıyorlar. Ne edebiyat ne de şair/yazar mühim; mesele uykusuzluğa bahane bulmak. Hasta insanlarız çoğuna göre; biz de kılıf ayarlıyoruz buna. Yoksa düşüncenin de dinlenmeye ihtiyacı var. Kaçta yatarsam yatayım, 02.00-03.00 dediler mi ayaktayım – dolanıyorum evin içinde. Yapılacak şeyler belli: Okumak, seyretmek veya ev halinin düzenlenmesi. İmreniyorum rüya görenlere o saatte. Ben de uyuyorum, ben de rüya göreyim, hayali kaçırmayayım istiyorum. Olmuyor. “Sen hayal kur, diğerleri görüyor zaten” diye fısıldıyor aklımdaki iblisler. Kötü bir şey hayali kurma zorunluluğu. Hayal kendiliğinden gelmeli. Tezahür etmeli.
Yalnızlık mı, yalınlık mı? Hangisi daha müsait hayale?
Bodrum katındaki evimin pencere kenarına gelen kedi içeri baktı mı iyi hissediyorum kendimi. Henüz hayalden ölmemişim. Hayal demek ki hayatta tutmuş beni. Umuttan nefret ederim. Ama hayalin bir sirk çadırı olduğunu unutmadım henüz. İçindeki bir sürü alengirli ayrıntı, zımbırtı şaşkına çevirir beni. Bakalım, trapezci düşecek mi bu kere? Heyecanı bile yeter.
Sabaha kadar bu kadar hayal yeter. Sonra nasılsa uyurum.
İlginç Bir Tanıklık
Oğuz Atay’ın ilk evliliğinden, Fikriye Fatma Gürbüz’den doğan Özge Atay büyük olasılık benim Cerrahpaşa Tıp’ta okul kantininde tanıştığım bir kızdı. Doktor olmuştur büyük olasılık. Özdemir Asaf’ın oğlunu da Kabataş Erkek’te tanımıştım. Pınar Kür’ün haylaz oğlunu da Bodrum’da bir barda barmenlik yaparken. Sürpriz ile rastlantının benzer yanları, farklılıkları üzerine ileride düşüneceğim mutlaka.
Oğuz Atay daha sonra bir evlilik daha yapmış. Tutunamayanlar’ın yok sayıldığı dönemlere geliyor bu mutlu an. İkinci eşi Uğur Ünel. Yanılmıyorsam gazeteci bir kadın. Nikâh masasına şahit olarak oturanlardan biri de Ali Poyrazoğlu. Hiç kimse bugüne kadar Ali Poyrazoğlu’na Oğuz Atay’ı sormamış, akıllarına bile gelmemiş. Bunu tarihe not düşmek de bana kaldı.
Konu açılmışken Ali Poyrazoğlu babamla çalışırdı; şu meşhur kuş figürlü Çılgınlar Kulübü afişi babamın elinden çıkmadır. Herhalde 13-14 yaşlarındaydım duayenle tanıştığımda. Bir Enis Batur’a, bir de ona nasıl hitap edeceğimi bilemem; abi desen olmaz, adıyla seslensen küstahlık gibi. Adsız konuşurum onlarla hep. Yine de bağışlasın: Ali’nin Oğuz Atay’ı nasıl bildiğini öğrenmek gerekirdi. Orada bir kuyu var. İçinden bal çıkar. (Sayfa 54-56)
terapi bir
-“Kar, yıldızların yeryüzünde uçuşmasıdır” dedim.
-“Siz çok yalnızsınız, o nedenle saçmalıyorsunuz, fizyolojik desteğe ihtiyacınız var” dedi doktorum. (65)
terapi iki
-“Şimdilik sadece boşluğa zarar vermek istiyorum” dedim.
-“Lisede felsefe dersini bize garnitür olarak verdiler ana yemeğin yanında. Vermek fiilindeki sıkıntınız, sıkıntımız bu yüzden” dedi doktorum. (71)
şizofreni günlüğü 2
Bin bir zahmetle alıp sırtıma buralardan ta Mars’a taşısam seni, “getire getire su bile olmayan yere getirdin beni” diyebilecek bir karakterin var. (149)
Telaş
Bir tek bende mi telaş acaba: Gençken yazdıklarınızı rahatça dosyalıyor, çalışma şartlarınızın yayıldığı geniş süreyi biraz hoyratça ve hatta bonkör kullanıyorsunuz. Üretilen projelerin, yazma planlarının ertelenme şansı var. Derken yaş ilerliyor ve ölüm ciddi bir fizyolojik reaksiyon haliyle kendini şekillendiriyor belleğinizde. Tuğrul Tanyol aşağı yukarı şöyle söylemişti: “Ölüm şiirleri gençken yazılır – çünkü gerçekliği imge boyutundadır. Yaşlılar ölüm şiiri yazmaya pek yanaşmazlar – çünkü ölüm artık bir hakikattir/şiirsel yanı kalmamıştır.”
İşte, derken yaş ilerliyor ve o projeler, planlar üst üste yığılıyor – bitirilememe olasılığı olan bir işe, kişisel sorumluluğa terfi ediyor. Ki, çoğu kişiye göre ben daha özgürüm; işçi mantığıyla mesleki bir sorumluluğum, mesaim yok. Ama yine de o tedirginlik hâkim – yetiştirebilecek miyim hepsini? Yarım kalacakların haricinde ya kafamdakiler – onlara ne olacak? Yazmanın bir rahatsızlık, yazma isteğinin bir akıl aritmisi olduğunu savundum daima. Yazılı şeylerden çekinmem, ikna yanlarının ağırlığından çok, travmaya dahil olma şehvetini ateşleme ihtimali nedeniyle. İradenizi kaybetmeniz an meselesi – eğer yazıya bağlıysanız. Daha derine inmek, daha fazla yüzleşmek ve yaratmak sizi dürterken tamamlayamama telaşı bu pozitif melankoliyi tetikliyor.
Şato’nun yarım kalması, Kafka’nın telaşı – metni terk de olsa belki, o puslu, tedirgin havayı yoğunlaştırıyor. Erken kalkmaya, hızlı çalışmaya, her ânı değerlendirmeye çabalıyorsunuz. Sanırım, yaşlanmanın en belirgin özelliği bu.
Dinginlik için telaşlanmak. (Sayfa 215-216)
Ve kitabın sonu:
“Her şey” ayrı yazılır
“Herkes” bitişik
Kazı sonucu tarihi eser bulunur
Yazı sonucu tarihin ta kendisi
dön dolaş: Morg Gezegeni