BAKTIKÇA – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR –
Canınız nelere yanar? Çekiçle çivi çakarken yanlışlıkla parmağınıza vurduğunuzda yanar örneğin. Başınızı eğip geçmeniz gereken bir yerde yeterince eğilmeyip kafanızı ağacın dalına küüüt diye çarptığınızda örneğin. Cehenneme döndürülmüş, öldürülmüş Gazze’de neler neler olduktan sonra ‘ateşkes başarısı’ndan söz edildiğinde örneğin. Peki ya ‘daha neler’ dedirten, örneğin ‘barış’ adına istenen, verildiği söylenen ödüllere? Kim bilir daha daha nelere … Can yakan can kayıpları, içinizi cız ettiren kazaların hemen sonrası, olmaz diye diye yaşayıp ertelediğiniz her neyse hepsinin bir anda oluvermesi … Dayanılamayacak acılar içinde, bilinen ağırlık birimleriyle tartılamayacak ağırlıkların altında kalma duygusu … Boşluklar. Yoklar!
8 Ekim 2025 Çarşamba. Güne tam da yine günaydınlarla başlamışken: “Kemal dayı günaydın … Annemi kaybettik, başımız sağolsun … Bugün ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı’nda …” mesajı örneğin.
‘Dayı’ olabilmek ne kadar zormuş ve fakat nasıl da iyi geliyormuş insana meğer …
Sevgili Kuzenim, aramızdaki sadece iki aylık “yaş farkı” nedeniyle her fırsatta söze “Ben senin büyüğünüm” diye giren ‘Ablam Özlem Özkan Kızıltan’ın aramızdan ayrılmasına ilişkin oğlu Deniz’in mesajı …
Ve ikindi sonrasında: “Annemi defnettik babamın yanına, belki de buluştular bilemiyorum ama insan öyle olmasını umuyor. Sanki bu fotoğraf şu an orada yaşanıyor gibi geliyor. Kemal dayım benden bir isteğin var mı demiştin; senin kalemin güçlü, güzel, derin… Bu sefer senden ricam annemle babamı yaz be. Onları beraber yaz. Beraber yaşadılar direndiler ağladılar güldüler. Birbirlerine aşkla bağlı yoldaşlar gibilerdi, birbirlerini bekletmediler …”
İkindi namazını müteakip İstanbul’da Karacaahmet Mezarlığı’nda, 16 Haziran’dan beri onu orada bekleyen Ahmet’in yanına … Bu; olan, beklenen ama ‘olmayacak şey’di hep … Hazırlık yapılması olanaksız, çaresiz bir büyük yokluk … Dalgalanıyor insan durduramıyor kendini … Ama anılar iyi geliyor … Anıları konuşarak, yazarak birbirimize iyi gelmeye çalışmalıyız yine … Ne kadar mümkünse artık?
Yazmaya çalışıyorum. Canım yanıyor. Yağmur yağıyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Sessiz sakin … Sanki: “Sakın ha!” diyor bana, “Sakın, ‘kalabalık bayram sofraları’ndan yana umutsuzluğa kapılma” …
“Bir bayram günü Gülbahçe’de ‘Kalabalık bayram sofralarını özlemişim’ dediydi” diye mi başlasam? Yoksa bir büyük mitingden dönerken onunla karşılaşmışız da Ahmet de yanındaymış rüyası gibi mi başlasam yazıma? … Bir güzel ıslanmışız bahar yağmuruyla … Bahar yağmuru bu, iyi geliyor insana. Biz de sanki, ‘iyi ki ıslandık’ der gibi gülüyormuşuz sırısıklam hallerimize.
“Çay içelim” diyor Ahmet, “İyi gelir” … Doğru söylüyor. “Anısı da iyi gelecek bunun ilerde” diye düşünüyorum. Rüya içinde öngörünün böylesi de görülmüş şey değil ama, öyle olsun istiyorum yazarken … Yazar olmanın sınır tanımazlığıyla … Bahar gibi.
Özlem, ODTÜ İşletme öğrencisiyken, ben de Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ndeyken, İzmir’de, “Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz!” diye bağırdığımız korsan miting dağıldıktan sonra Kemeraltı’na girip sakin sakin yürüyüşümüz, çevremizdeki polis koşturmacası artınca da el ele tutuşup bir dükkana girişimiz geliyor aklıma … Dükkan sahibi “Buyrun?” deyince “Peynir alacaktık …” demiş sonra elimizde bir kalıp beyaz peynir, güle gülümseye kaybolmuştuk kalabalıkta … Tarihimizdeki en dev adımlarla yürüdüğümüz o gençlik günlerimizde arkamızda hiçbir iz bırakmamak büyük marifetti … Biz de fazlasıyla marifetli, içten, coşkulu, özverili, kararlı gençlerdik. Bu yüzden, Hasan Tan da ODTÜ’ye rektör olamamıştı zaten …
O sonbahar gününü anlatıyorum birden. Ahmet, “Kim bilir tam o sıra ben neredeymişim onu merak ettim” diyor.
“Daha dünya yeni yeni kuruluyormuş ve hepimiz oralarda bir yerlerdeymişiz” diyorum, gülüşüyoruz … “Ne büyük bir meydandaymışız meğer. Kim bilir kaç dünya eder!” diyor Ahmet. Özlem’e aşık. “Yeni tanıştık” diyor Özlem: “Çok eski arkadaşlar kadar hızla tanıştık …” Sözü alıp, “Siz benim için hep Can Yücel’in ‘Buluşmak Üzere’ şiirisiniz” diyor ve şöyle sürdürüyorum: “Birbirinize söz vermişsiniz de öyle buluşmuşsunuz gibi …” “Kaçınılmaz buluşmanız gibi …” diye ekliyorum. Nereden biliyorum bunu? Zamanlar birbirine karışıyor. Elli yıl öncesiyle geçen yazın başı, bir hafta öncesiyle haftaya bugün iç içe … “Haftaya bugün nasıl bir gün olacak acaba” diye düşünmek istemiyorum. Bunu çok sık yapıyorum bu aralar. Dayanamıyorum. Aslında şiirlere de dayanamıyorum ama yine de iyi geliyorlar. İyi ki varlar … Haberler de öyle …
“Diyelim yağmura tutuldun bir gün / Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek / Öbür yanda güneş kendi keyfinde / Ne de olsa yaz yağmuru / Pırıl pırıl düşüyor damlalar / Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın / Dar attın kendini karşı evin sundurmasına /İşte o evin kapısında bulacaksın beni …
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya / Çakmak çakmak gözleri / Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı / Herkes orda sen de ordasın / Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından / Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim / Özgürlüğe mutluluğa doğru / Her işin başında sevgi diyor / Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili / Bi’ de başını çeviriyorsun ki / Yanında ben varım.”
Ahmet’e bakıyorum, gözleri çakmak çakmak. Meydan, az önce ayrıldığımız miting meydanı. “Güzel konuştun” diyor Özlem. “Karşıyaka’da olması da anlamlı!” diye ekliyor. “Konuşmam neyse de onca kalabalığa Enternasyonal’i söyletmiş olmanın gururu var içimde …” deyince, her ihtimale karşı, “Olur a polis işgüzarlık eder, konuşmacı olarak tutup gözaltına alır seni” denilerek kalabalık bir grubun içinde Karşıyaka’nın arka sokaklarına doğru adeta kaçırılışım geliyor aklıma. Ayşe de yanımızda. Herkes orada. Hepimiz çok hızlıyız. Çünkü haklıyız. Sonrası: Bilmediğimiz bir evin salonundayız. Yine çay içiyoruz birlikte ve ben, yaşgünümde bana hediye ettiği A. Kadir’in ‘Mutlu olmak varken’ kitabı için teşekkür ediyorum Özlem’e. “İlk kez duydum adını” diyorum A. Kadir için … “Gerçek adı o değil aslında” diyor ve sürdürüyor Özlem: “Adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu aslında … 1917 İstanbul doğumlu …”
Şimdi hesaplayıverdim de, A. Kadir, o günden (Mayıs 1979) yaklaşık 6 yıl sonra ayrılmış aramızdan, 1 Mart 1985’te … Babamdan bile 14 yaş büyükmüş …
“Çok olun çocuklar, çok olun diye bizi yazmış, bize yazmış ‘Çiçekleri Umudumuzun’ şiirini … Bugün tam da onun dediği gibi olduk , ‘çok olduk’, ‘binlerce olduk, on binlerce. Daha çok olduk, daha çok olduk, yapraklar kadar, balıklar kadar …”
Her yer yeşil, her yer mavi … Artık onların kucağındalar. Hep birlikte. A.Kadir’in sözünü dinledik hepimiz. Verdiğimiz sözleri tuttuk hep. Vazgeçmedik hiç.
“… Çok olun çocuklar, çok olun, / el ele verin çocuklar, el ele, / yaşayın dünyayı doya doya, / açın kapıları, camları güneşe, / ne yeise kapılın, ne korkuya, / çok olun çocuklar, çok olun, / el ele verin çocuklar, el ele.
Mutlu olmak varken bu dünyada, / geceler geldi dayandı kapımıza, / olduk acımızla sarmaş dolaş, / bekledik düşümüzle koyun koyuna.”
…
Ahmet’i ve Özlemimizi hep kucak dolusu masmavi, yemyeşil sevgilerle anıp anımsayacağız …




