Çağan IRMAK / Roman / Doğan Kitap / 1. Baskı Eylül 2024 / 117 Sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR
Çağan Irmak 4 Nisan 1970 tarihinde İzmir’in Seferihisar ilçesinde doğdu. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünden mezun oldu. Denizi, ağaçları, sinemayı, müziği ve edebiyatı çok sevdi. “Asmalı Konak” adlı televizyon dizisiyle ismini bütün Türkiye’ye duyurdu. Sonra hem 1980’li yılların karışık, gergin ve politik hâlini hem de 2000’li yıllardaki bir sonraki kuşağın yaşadıklarını anlatan “Çemberimde Gül Oya” dizisini yazdı ve yönetti.
“Bana Şans Dile”, “Mustafa Hakkında Herşey”, “Babam ve Oğlum”, “Ulak”, “Issız Adam”, “Karanlıktakiler”, “Prensesin Uykusu”, “Dedemin İnsanları”, “Tamam mıyız?”, “Unutursam Fısılda” ve “Nadide Hayat” adlı uzun metrajlı sinema filmi ve “Çilekli Pasta” adlı bir TV filminin yanı sıra ödüllü kısa filmleri de bulunmaktadır.
2023 yılında yayımlanan “Gözümden Deliler Taştı” yazarın ilk öykü kitabıdır. Bugün tanıtacağımız Ayrılış da ilk romanıdır.
Gazeteci ve köşe yazarı Nermin Yıldırım kitabın arka kapağında şunları yazmış…
“Tanıyordu Ay onları. Batuhan ile Baturgan’dı isimleri. Biliyordu. Kendine benzetiyordu bazı bazı. Bilhassa yarımay olduğu zamanlarda onun bir tarafı ışıkta, bir tarafı karanlıkta kalan hali gibilerdi.”
Ayrılığı imkansız bir ayrılışın hikayesi bu… Daha önce hiç yazılmayan… Yaralı bir masal bu. Daha önce hiç anlatılmayan. Eski İstanbul’da, mezarlığa bakan bahtsız bir köşk. Ve on yedisinde iki kardeş; yan yana yaşayan ama apayrı dünyalara savrulan. Aslında akla hayale gelebilecek tüm zıtların kardeşliği bu roman; barışın ve savaşın, nefretin ve merhametin, uğurun ve lanetin, dostluğun ve düşmanlığın.
Gözümden Deliler Taştı ile başlayan edebiyat yolculuğunda Çağan Irmak ilk romanıyla kelimelerin çalkantılı sularında daha da derinlere iniyor, karanlıklarda yolumuzu bulmamız için bize kör edici bir ışık yakıyor.
“Beyaz perdede yarattığı şahsına münhasır dünyalarla tanıdığımız Çağan Irmak, bu defa edebiyat karasularında, sözcüklerin tılsımıyla anlatıyor hikayesini. Bir yandan tebessüm ettirirken bir yandan da iç sızlatan bu ilk romanla, belki de en lüzum duyduğumuz zamanda, en lüzum duyduğumuz hayali fısıldıyor kulağımıza: Yan yanalık. Büyük kopuşların, yırtılışların, aldanışların, ayrılışların, pişmanlıkların gölgesinde de olsa, her şeye rağmen ve hatta inadına, daima yan yanalık.”
Çağan Irmak “Yan yana durabilenlere…” diye başlıyor romanına…
“Gene geçti o adam bak. Daha öğlen olmadı üçüncüye geçti.”
“Bizim eve de baktı mı geçerken?”
“Baktı gibi sanki. Az bir kafasını kaldırır gibi oldu. Sen görmedin mi ki? Aynı yere bakmıyor muyuz?”
“Ben kabristanın selvilerine dadanan koca kargalara dalmışım.
Nasıl da semirmişler bak mevtaları gagalaya gagalaya.”
“Deme öyle. Mahsus diyorsun. Deme öyle.”
“ABİ!”
“Abi. Deme öyle.”
“Korkuyor musun? Ne şekil baktı o adam peki? Şüpheli mi baktı?”
“Bilemedim ben şüpheli mi? Hem baktıysa da görmemiştir ki bizi. Perdemizden sebep. Kalın ya ondan. Delikleri de ufak.”
“Görmez olur mu hiç? Bu perde neyi saklar a avanak? Öldürecek bizi o adam. Ondan baktı.”
“Deme öyle abi. Hem sen görmedim demedin mi? Neden böyle dersin şimdi?”
“Fikrimce, gece olunca gelip öldürür bizi. İyicene el ayak çekilince…. Öfff hemen de koyuver figanı. Ağlama be. Sus! Latife yapmaya da gelmiyor sana. Ulan kafasız, elli kere dedim. Ulak o ulak. Geçecek tabii geçmesin mi? Zırlama karı gibi.”
“Tamam. Sustum. Bağırma abi. Ben kafasında fesi olmayınca… heybesi de yoktu… bilemedim ondan.”
“Hava sıcak, terlemiş herif. Fesi elinde geçti.”
“Çekilsek mi artık camın önünden? Yetişmez mi? Çok durduk.”
“Az daha bakınalım. Hem sen demedin mi perdemiz kalın diye.”
“Yoruldum ama ben.”
“Öf tamam yürü hadi.”
“Sağol abi. Hadi o vakit.”
“Allah’ın cezası ahmak. Dönmek için dört adım geriye dööört!
Üç yetmez. Senelerdir belleyemedin mi kafasız? Bir gün hızlıcana bir döneceğim, çarpıvereceğim seni duvara o olacak.”
Tığ işi, kalın perdelerin güneşli günlerde bile odalarını sakladığı, içeriyi aşikâr etmemeyi becerdiği bir konaktı Batuhan ile Baturgan’ın onların isimleriyle anılmayan konağı.
Kallavi iplikler güneşin tam tepede olduğu yaz vakitlerinde bile içerisini olduğundan daha da karartır, vazifeşinaslıklarıyla görene parmak ısırtırlardı. Işığı arkalarına alıp da duvarlara bahşettikleri aslından daha büyük çiçek desenleri ise bir can şenliği olurdu görenlere. Ama bu letafeti görenler de iki elin parmağını geçmemişti neredeyse. Onlar da onca koşturmanın, onca hayhuyun müsaade ettiği kadar, şöyle bir bakıp işlerine güçlerine dönerlerdi. Geleni gideni olmasa da kerameti kendinden menkul bir mücadelenin dinmediği bir konaktı onlarınki.
“Batuhan bak. Sabah kapının oradaydı bu çiçek. Şimdi tavana kadar yürümüş. Melek Anne’nin Karagöz oyunu gibi.”
Oğlanların hayal meyal hatırladıkları anneanneleri Pembe Hanım, kızı gebe kaldığında, evvela sevinmiş sonra da başlarına gelecek felaketi bilmiş gibi bu perdeleri işlemişti. Bir hissikablelvuku ile gidip en kalın iplikleri bularak, evin içini dışarıdaki meraklı gözlerden ve nazarlardan saklamak istemişti.
Tutulan dizlerini açmadan, ağrıyan başını ovmadan, dökülen göz nuruna hayıflanmadan, kunt mermerden heykeller gibi oturup her odanınkini tek tek bitirmişti.
Konağın bulunduğu kadirşinas sokak da perdelerin mukaddes bir sırrı sakladığına inanmış ve onlarla gizliden kavilleşmiş gibi bu mahremi korumaya gayret ederdi. Yaz günü tek bir esintiyi esirger, mendil kadar gölgeyi çok görürdü geçenine. Senelerin kahrını çekip aşınmış, yağlı siniye dönmüş taş yol, Horasan harcı sıvanmış hamamın kubbesi ile el ele verip öyle bir çoğaltırdı ki ışığı, beşerin gözünü kör eder, “Yettir Allah!” diye bağırtıp da gölgelere uğurlardı.
Taş yol, kış vakitleri de hamamdan taşan ifrazat dolu suları karın, yağmurunkiyle birleştirir, leş gibi gölcükler yapar, yolcuyu tiksindirip yolundan döndürürdü. Sokak konağın sakinine vefakâr bir köpek, dışardakine de cefakâr bir sırtlan olur sırıtır da sırıtırdı.
Batuhan ile Baturgan’ın nereden başladığını bilmedikleri, Çin Seddi emsali kabristan duvarı hamamın durduğu çıkmazda biter, ölünün yıkandığı gasilhaneyle dirinin paklandığı hamamı birbirinden ayırır ama nihayetinde ölümün de yaşamın da birbirine ne kadar yakın olduğunu fısıldayarak geleni geçeni korkulara, telaşlara gark ederdi. Konağın sağındaki boş arsanın biraz ilerisinde yanmış, yıkılmış, katran karasına dönmüş tahtalarıyla senelerdir durup duran sevimsiz harabe ise günahkârlara cehennem alevlerini hatırlatmakta mahirdi. Sokak bu sebepten pek ıssız, pek de nursuz, uğursuz bir sokaktı. Sabahın köründe uykusunda ihtilam olup gusül abdestine niyetlenmiş garibanlardan, gecenin birinde aşüftelerden dönen arsızlardan başka da neredeyse uğrayan olmazdı. Onlar da suratları yer ile yeksan gelir, abdest alıp paklanır, binbir tövbe ile arlanıp da kaçarlardı.
“Bak Batuhan, yine kafasını yere eğmiş bir adam geçiyor hızlı hızlı. O da mı birinden korkuyor biz gibi?”
“Biz mi? Ben korkmuyorum bir kere.”
Batuhan’ı kardeşini korkutmak kadar eğlendiren şeylerden biri de onu uykusundan eden bu kaçak göçek adımların sahibi adamları korkutmaktı. Sokağın koyu sessizliğinde uçan sinek bile duyulurken bu yumurta topuklu ökçeler tellal davulu olur Batuhan’ı zevkle Baturgan’ı kederle uyandırırlardı. Batuhan yattığı yerden uzanıp lambanın fitilini kısar, usta bir tiyatoracı gibi hortlak taklidi yapıp sesine ulvi bir hava katar, konuşmakla fısıldamak arasındaki ince ayarı maharetle tutturup üst kattan sokağa seslenirdi.
“Tövbe et bre kâfir!”
Ayak sesleri durup da adam dere görmüş tavuk gibi kalınca devam ederdi.
“Ben de sencileyin giderdim o karılara. Harama uçkur çözerdim. Öldüm de ateşlerde yandım.”
Ettiği halta zaten pişman, mücrim duygularla titreyen adamcağız sesin konaktan değil de mezarlıktan geldiğine o an ikna olur, ifrazatını bırakıverirdi donuna.
Batuhan bir ses duymak isterdi böyle gecelerde. “Yandım Allah!” diye, “Tövbe istiğfar!” diye bağırmasını isterdi tuzağına düşürdüğünün. Üç kuruşluk keyfini tamam edip, onu güldürecek olan şey, yaptığının yarattığı tesiri duyabilmesi ve kurbanının korkmuş halini tahayyül edebilmesiydi. Bu da ondan gelecek bir ses, bir yakarış ile mümkündü. Sessizce sıvışanlar, birinin kendine oyun ettiğini anlayıp da siktiri çekip gidenler, öteki tarafa inanmayan kâfirler oyunu bozanlardı. Batuhan’ın hevesini kursağında bırakanlardı.
Sesin konaktan geldiğini anlayıp da konağın içindekini bilmeden kapıya omuz atacak, içeri girip ona haddini bildirecek ihtimal bir kabadayıdan ise hiç korkmazdı Batuhan. Çünkü bilirdi ki sırf ayağa kalkıp da merdivenlerin başında dursa, (dursalar) bile aşağıdakinin korkudan ödü bokuna karışır, değil bir daha evlerine girmek, sokaklarından bile geçemezdi. Gördüğü manzarayı da hayatının sonuna kadar unutamazdı.
Görecek olana sorsan ihtimalle “Gördüğüm kâinatta eşi benzeri bulunamayacak kadar ender bir garabet” derdi. Melek Anne’ye göreyse manzara bir çocuk tekerlemesi kadar hafif ve latif idi.
Biri sağ, biri sol
Kayıp olmuş iki kol.
Biri sağda, biri solda
Var olmuş o iki kol.
Birleşip de tek olmuş,
biri kalın üç bacak.
Ezel ebed ant içmiş,
Hep yan yana duracak.
İkiyi hiç bilmemiş
tek vücutta bir ikiz.
Bana sorsan derim ki
Dünya güzeli bu giz. (Sayfa 7-12)
Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ filmini her izlediğimde kendime engel olamayıp her seferinde ağladım, beni çok sarstı… Daha önceki eserlerinde olduğu gibi yine çok başarılı bu ilk romanında da…
Hiç yazılmayan zor bir konu ve şok edici bir son …



