Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER –
Toplum, boşanma ve ayrılık süreçlerini çoğu zaman kadınların duygusal kırılmaları üzerinden değerlendirir. Medya, akademi ve gündelik sohbetlerde bile kadınların yaşadığı acılar, yıkımlar ve yeniden başlama hikâyeleri sıkça yer bulurken, erkeklerin sessizce taşıdığı yük çoğu zaman görünmez kalır.
Oysa ayrılıklar, yalnızca kadınları değil erkekleri de derinden sarsar; sadece bir ilişkiyi değil, çoğu zaman bir kimliği ve aidiyet duygusunu da koparıp alır.
Amerikalı sosyolog Michael Kimmel, erkekliğin toplumsal bir “performans” olduğunu vurgular ve erkeklerden duygularını bastırmalarının beklendiğini söyler.
Bu beklenti, boşanma sonrası erkeklerin içsel acısını görünmez hale getirir. Ayrılık yaşayan bir erkek, toplumsal normlara uyarak güçlü görünmeye çalışır; gözyaşlarını saklar, kırılganlığını bastırır, acısını sessizce içine gömer. Oysa bu sessizlik, içsel bir fırtınayı susturmaz, sadece görünmez kılar.
Avustralyalı sosyolog Raewyn Connell, erkeklik üzerine yaptığı çalışmalarda, modern dünyada erkeklerin “hegemonik erkeklik” kalıpları tarafından esir alındığını belirtir.
Bu kalıplar, erkeği “duygularını açıkça ifade etmesi zayıflıktır” yanılgısına mahkûm eder. Boşanma sonrası erkekler, yalnızca bir eşten değil, baba figüründen, aile lideri kimliğinden ve çoğu zaman geleceğe dair hayallerinden de koparılır. Bu kayıp, erkeklerin duygusal dünyasında derin yaralar açar, fakat bu yaraların çoğu tedavi edilmez, çünkü konuşulmaz.
Alman sosyolog Max Weber’in “toplumsal statü” kavramı da bu noktada önemlidir. Weber’e göre birey, toplumda üstlendiği rollerle varlık bulur.
Birçok erkek için evlilik, sadece sevgi bağı değil, aynı zamanda sosyal bir konumun göstergesidir. Boşanma, bu statüyü sarsar, erkekleri toplumsal bir boşluğa iter. Bu kayıp, öfke, alkol veya işe aşırı yönelme gibi maskelerle örtülür, ama içsel yalnızlığı ortadan kaldırmaz.
Benim gözlemim ise:
Erkekler ayrılıklarda yalnızca bir ilişkiden değil, bir gelecek tasavvurundan ayrılırlar. Onları en çok yaralayan, kaybettikleri kişi kadar, kaybettikleri “biz olma” duygusudur. Arkadaş sohbetlerinde güçlü görünürler, işte hiçbir şey olmamış gibi davranırlar; ama gecenin bir yarısı, sessizlik içinde, kimsenin duymadığı bir çığlık atarlar. Bu çığlık, “erkek ağlamaz” duvarlarına çarpıp sessizleşir.
Modern dünyada duyguların cinsiyeti yok. Ayrılıklar, kadınlarda olduğu kadar erkeklerde de derin izler bırakıyor. Ancak toplum, erkeklerin kırılabilir olduğunu kabul etmekte hâlâ zorlanıyor.
Belki de artık şu soruyu sorma zamanı geldi:
“Ayrılık sonrası yalnızca kadınların yaralarını sarmakla yetinmek, hikâyenin yarısını görmezden gelmektir. Erkeklerin sessiz acılarını duymadığımız sürece, toplum olarak eksik kalmaya mahkûmuz. Belki de artık yaraları gizlemek yerine, her iki tarafın da iyileşmesine alan açmayı öğrenmeliyiz.”



