Yılmaz Kaya AYLANÇ –
Bugün hep birlikte bir soruya ya da sorunların başı olduğunu düşündüğüm bir konuya bakalım.
Siyaset bir meslek midir?
Sanırım bunu okuyacak olan pek çok aktif siyaset yapan veya yapma planı olanlar bana kızacaktır.
Yalnız her zaman olduğu gibi yazılarımda kişinin veya bir zümrenin değil, toplumun çıkarlarını önemsemek ilkelerimizdendir. Ancak bir kişi bile haksızlığa, adaletsizliğe uğramış ise yerim de o kişinin yanıdır.
Gelelim komumuza.
Konu sıkıntılı. Neden?
Ülkemizde ne yazık ki bu konuya muhatap olanların, hayatın pek çok yerinde ve pek çok kişiyle ilintili olmalarıdır.
Siyasi partiler demokrasinin vaz geçilmez kurumlarıdır. Farklı görüşte olan siyasi partiler olmadan çok partili demokratik hayattan bahsedilemez. İşte, kurumsal kimliği olan bu partiler de siyasetçiler eliyle hayat bulurlar.
Güzel, demek ki siyasetçilere gerek var. Peki, o zaman aklıma şu soru geliyor. Nasıl siyasetçi olunur? Ya da daha can alıcı soru “neden siyasetçi olunur”?
Çağdaş demokratik ülkelerde seçimlere katılım oranı çok düşükken ve siyaset yapacak insan bulmakta zorlanılırken bizim gibi ülkelerde parti organlarında olmak ve hatta belediye başkanı, milletvekili olmak için neden bunca çaba gösterilir veya ciddi paralar harcanabilir. Neden?
Oysa o makama gelmek için uğraşan kişilerin bir meslekleri, aileleri, dostları ve düzenli bir hayatı olmalarına rağmen, hepsini riske atarak o mevkiye gelmek için bunca çabayı neden gösterirler? Üstelik gösterilen çabanın, harcanan paranın sonunda o mevkiye gelme garantisi de yok. Ama, bunca risk alınmakta. İlginç değil mi?
Oysa en azından bir kısmı, ilk on bin ilk otuz bin gibi sıralamalarla girdikleri üniversitelerden mezun olmalarına rağmen.
Partiler üyeler ile oluşur, üyeler delegeleri, delegeler ilçe organlarını, ilçe delegeleri il organlarını, il delegeleri partinin genel merkez organlarını seçerler. Seçilmiş genel merkez organları ki içinde genel başkan da vardır, partiyi yönetir. Bütün bu süreçler ile uğraşmak, buralarda mücadele etmek, buna zaman ayırmak, gerektiğinde mali bir yük altına girmek ve bu durumu yıllarca sürdürmek önemli bir durum. Bunca çabayı ve zahmeti gerektiren bu durumun sonucunda olunan şey mi, bunca zahmete değer kılan.
Oysa olayın en üstünde bir mevki olarak ülkeyi, kenti, partiyi yönetmek mertebesinde olsanız ve bunun gururunu yaşıyor olsanız da, uymanız gereken yasal ve etik kurallar var/olmalı. Yani bunca mücadele ile gelseniz de her istediğinizi yapamaz/yapamıyor olmalısınız. Bu konuda yargı önemli bir denetim mekanizması olarak size bu serbestliği sağlamayacaktır/sağlamamalı. Ayrıca parti içinde tüzük ve etik kurallar da size her istediğinizi yaptırmayacaktır. Ancak yine de ve her şeye rağmen bu mücadele verilmekte.
Tabii bütün bunları genellikle bizim gibi ülkelerin siyasi hayatı için konu etmekteyim. Avrupa’nın herhangi bir kentinde bir kafeye otursanız ve az öte masaya bir bakan veya başbakan gelse, inanın hiç kimsenin umurunda olmaz ve zaten çokça da tanınmaz. Kafe çalışanı o kişiye asla farklı bir muamele yapmayı aklından bile geçirmez, o kişi de neden beni tanımadın ya da ben kimim biliyor musun deme gereği duymaz. O nedenle de oralarda işler ve demokrasi bizden görüldüğü gibi farklı işler. Yanlışlıkla bir sakız parasını devletin kartı ile ödemiş ya da devlet aracıyla devlet işi olmayan bir yere gidip devlet malını ve yakıtı kullanmış olsalar görevlerinden istifa ederler. Bunların çokça örneklerini okumuşsunuzdur. Bizde neden böyle olmaz dersiniz?
Tüm bunlar siyaseti, bir araç olmaktan çıkarıp bir meslek olmaya dönüştürme çabaları olamaz mı?
Meslek nedir? “Bir kimsenin kendine temel çalışma alanı edindiği, geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş” olarak tarif edilmekte kısaca. Burada en can alıcı vurgu, geçimini ve sağlamak kelimeleri!
Siyaset ve uğruna yapılan bunca çaba ve mücadele nedeni bu olabilir mi? Tabii ki olmamalı.
Ancak iki dönem Milletvekilliği, dört kez Belediye Başkanlığı yapan bir kişi için bu meslek haline gelmiş olmuyor mu? Dört yıldan yirmi dört yıl yapar ve neredeyse normal bir çalışma süresi ve emeklilik.
Bu işin maddi ve manevi yönü olduğunu hepimiz biliyoruz.
Maddi yönü sadece sağlanan maddi haklar değil tabii ki, ancak manevi yönünü biraz daha açalım.
Az önce Avrupa’da bir kafede bir vekil, bakan veya başbakan örneği verdik. Bir de bizde bakalım mı?
Kentinizde bir belediye başkanının bir kafeye geldiğini düşünün, belki gördünüz de. Öncelikle sadece kendinin olduğu, gelip boş bir yer bakıp oturup sipariş verdiğini mi gördünüz, yoksa kalabalık bir takım ile patronun kapıda veya yolda karşıladığı, kafede oturanların bile çoğunun ayağa kalkarak duruşunu düzeltip sempatik bir tavır ile başkana bakmaya çalıştığını mı görürsünüz? Bu, sıradan bir ilçe belediyesinden tutun da, en önemli kentlerin belediye başkanlarına kadar artan bir gösteri haliyle devam eder. Makam aracı, korumalar, danışmanlar ve daha pek çok kişi.
Ya bakanlar derseniz, hiç oraya girmeyelim. Bakın Avrupa’da en fazla makam aracı olan ülke Türkiye. En düşük kişi başı milli geliri olan ülke de Türkiye.
Burada şöyle bir şey geçirebilirsiniz aklınızdan, neden Cumhurbaşkanı konvoylarından bahsetmiyorsun. Bunu hepimiz biliyoruz, ayrıca Amerika’ya bile dört uçakla gittiğini basından öğreniyoruz.
Siyasetçilerin yapıp etmeleri ve toplumun onlara gösterdiği aşırı ilgi ve tezahüratın kişi başı milli gelir ile bir ilintisi olabilir mi sizce?
Herhangi bir başkanı veya vekili görünce, herkesten farklı olarak kendinize çeki düzen vermeye, en sempatik halinizi takınmaya, hiç hayır dememeye, ne derse genellikle kafa sallayıp evet demeye, elden geldiğince ne isterse yapmaya çalıştığınız başka kim var hayatınızda? En çok da önünü ilikleyip yarı beline kadar eğilme durumu var ya!
Bunca tezahürat sonrası siyaset yapanın da psikolojisinin bozulduğunu ve çabuk alıştığını düşünenlerdenim.
En aşağıdan en yukarıya kadar giden bu parlatma, övgü ve sadakat gösterisi ile rasyonel bir ilişki oluşturmak mümkün mü? Bu ilişki ne denli güvenilir olabilir ki? Ancak bu durumdan herkesin memnuniyet duyduğunu, sırası gelince hemen herkesin aynı yoldan yürümeye devam ettiğini izliyorum.
Bulunduğun yerin getirisi olarak çantanı taşımaları, sandalyeni çekmeleri, her şeyi önüne getirmeleri, sıcak sudan soğuk suya muamelesi yapmaları, şemsiyeni tutmaları, kapını açmaları insana hoş geliyordur sanırım. Ancak onca yapılmaması gereken şey neden yapılır, neden yaparlar soruları hep kafamdadır.
Bunları düşünürken de rahmetli Özal’ın, “Benim memurum işini bilir” lafını hiç unutmam da, memur unutur mu bilmem.
Bir de ülkemiz siyasetinde bir kerecik bir yere geldiniz mi, ölene kadar o unvan sizin oluyor. Ne güzel değil mi? Örneğin bir ilçe başkanı oldunuz, fakat daha sonra işler iyi gitmedi ve ilerleyemeyip manavlığa geri döndünüz. Ancak siz hep başkansınız, her çağırış, her toplantıya katılışınızda hep başkan olarak anılacaksınız. Hani siyasi toplantılarda konuşma yapanların öncelikle gelenleri selamladıkları bir giriş bölümü vardır, beş dakika civarı sürer, orada her mevkiden kişiler mümkünse tek tek sayılarak selamlanır ve hatta unutulduysa kendisine bir not gelir ve özür dileyerek o başkanı veya vekili de selamlar. İşte böyle bir unvan miras olayı vardır siyasette.
Toplum ve siyasetçisi, siyasetçi ve toplumu konusu bu! Kendisine gereğinden fazla anlam yüklenen siyasetçi de bu duruma karşı çıkmazken, gereğinden fazla anlam yükleyen toplum da bundan rahatsızlık duymadığı gibi bu gösteride daha fazla yer almak ve çaba sarf etmek için uğraşmakta, en azından yeri geldiğinde.
Tüm bu uğraş eğer bulundukları makamda sadece iki kez kalabileceklerini bilselerdi verilir miydi? Seçimlerin çarşaf liste ile yapıldığı, ön seçim mekanizmalarının işlediği, adaylık özelliklerinin olduğu, parti üyelerinin karnesinin olduğu, seçilecek yerde en az beş yıl oturmuş olduğu ve her uygulamanın şeffaf, denetlenebilir olduğu bir siyasi ortam. Şimdi işin bam yerindeyiz. Evet, herhangi bir siyasi partidesiniz ve işiniz gücünüz varken bir yere seçildiniz ancak sadece iki dönem kalabileceksiniz. Daha sonra, ya başka bir görev veya hiç. Bu çok büyük bir risk değil mi? Ya sonra ne olacak, onca çaba, harcanan onca maddiyat ve hüsran. İşte o zaman siyasete nasıl baktığınız da ortaya çıkmış olacak.
Eğer toplum siyaset yapanlara ömrünün sonuna kadar siyaset yapabilirsin anlayışına destek oluyor ve bu durumu eleştirmeyip bu konuda düzenleme yapılmasını istemiyorsa, siyaset yapan vekil seçilip iki buçuk yıl vekillik yapınca halkının elde edemeyeceği imtiyazları elde edebiliyorsa, ülkedeki asgari ücret ve genel ortalama ücret belli iken bunların beş on katı ücret almayı içine sindiriyorsa, bazı ayrıcalıkları kendi dışında ailesi için de alabiliyorsa ve bu ayrıcalıkları ömür boyu almayı kabullenmişse burada oturup düşünmek gerek. O yapıyorsa ben de diyen pek çok kişiyi duyuyor gibiyim. Daha vahimi, buna itiraz edilmiyor fakat başkalarının haklarından bahsediliyorsa en azından ben oturup bu yaman çelişkiyi nasıl tanımlamam gerektiğini düşünüyorum. Eminim bunu pek çok kişi de düşünüyordur.
Bütün bunları neden konu ediyorum. Ülkemizde pek çok şey yolunda gitmemekte! Hayatın ağır yükü altında ezilmekte olan milyonlar var. Eğitimden sağlığa pek çok sorun içindeyiz. Demokratik uygulamaların aksadığı pek konuyu her gün hepimiz yaşamaktayız.
Peki, tüm bu sorunları çözecek olan siyasetçi kendi alanı içindeki sorunları çözmeden bu sorunları kalıcı olarak nasıl çözecek.
Peki, tüm bu sorunları çözecek olan siyasi partiler kendi alanları içindeki sorunları çözmeden bu sorunları kalıcı olarak nasıl çözecek?
Peki, tüm bu sorunları yaşayan halkım, yaşadığın bu sorunları bu durumunu değiştirmeden çözecek kişileri ve siyasi partileri nasıl bulacaksın?
Siyaset bir meslek değil, olmamalıdır. Bunun önünü kesecek her düzenleme, ülkenin sorunlarının çözümünü, demokrasinin gelişmesini sağlayacak ve halkın refahını artıracak çok değerli eylemler olacaktır.
Bu düzenlemeleri yapacak fedakâr siyasetçilere selam olsun. (30.09.2025)



