BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
Koronavirüsle mücadele, salgının yayılma hızının yavaşlatılması, kontrol altına alınması ve ölümlerin durdurulması hedefiyle, başta sağlık emekçileri olmak üzere ilgili tüm toplum kesimlerinin özverileriyle, fedakarlıklarıyla sürüyor. Topluma ‘el yıkama’ başta olmak üzere hijyenin önemi anlatılıp ‘sosyal izolasyon’ ve ‘otokarantina’ öneriliyor. Bu anlamda peş peşe önlemler alınıp açıklanıyor, genelgeler yayınlanıyor.
Son olarak, 65 yaş ve üzeri yaş grubundaki yurttaşlarımız ile bağışıklık sistemi düşük ve kronik akciğer hastalığı, astım, KOAH, kalp/damar hastalığı, böbrek, hipertansiyon ve karaciğer hastalığı olan, bağışıklık sistemini bozan ilaçlar kullanan yurttaşlarımız için 22 Mart’tan bu yana ‘sokağa çıkma yasağı’ uygulanmaya başlandı. Buna bağlı olarak, ihtiyaç olması halinde, özellikle tek başına yaşayan ve ihtiyaçlarını karşılayacak yakını bulunmayan 65 yaş ve üstü ile kronik rahatsızlığı olan vatandaşlarımızın mağduriyet yaşamamaları bakımından onların temel ihtiyaçlarını karşılamak için valilik ve kaymakamlıklar bünyesinde “Vefa Sosyal Destek Grupları” oluşturuldu, oluşturuluyor.
Sloganlar üretiliyor. “Evde kalın” diyor ve ekliyor bakanlar: “Hayat eve sığar!” …
Peşinden herkese “kendi olağanüstü hâlinizi ilan edin” çağrısı yapıyor bakanlar …
Eşim Ayşegül’le birbirimize bakıyoruz: “Bence, ‘ne haliniz varsa görün’ gibi bir durumla karşı karşıya kalmış gibiyiz” diyorum … “Böyle şey olur mu yahu!” diye sürdürüyorum … Bizim gibi emekliler az-çok aylık gelirleri ile bir yere kadar sokağa çıkmadan hayatımızı eve sığdırdık diyelim; ya geçimini sağlamak için ille de çalışmak, yaşamlarını sokağa çıkıp çalışarak sürdürmek gibi -fiili- bir durumla karşı karşıya olan yurttaşlarım nasıl çıkacak bu çok bilinmeyenli denklemin içinden? Çıkılacak gibi değil …
Nasıl olacak-gerçekleşecek bu mucize? Vatandaşa ‘gelir güvencesi’ verilmeyecek ama evde kalınacak!? Vatandaş “kendi olağanüstü hâlini ilan edecek” öyle mi!?
Zorunlu hizmetler dışında tüm yaş grupları için sokağa çıkma kısıtlaması ilân edilmesinin önündeki engel, çok açık ve anlaşılabilir ki ekonomik, yani “trink” meselesi olarak görünüyor.
Önceki gün, milli eğitimin başında, sözleşmeli öğretmenlerin bir anda gelirsizleştirilmesi durumuna ilişkin soruyu, sevgili öğretmenlerimizin girdikleri ders karşılığında ücret aldıklarına dikkat çekerek “mevzuat açık!” diye yanıtlayabilen bir bakanın bulunduğunu öğrenmiş bulunuyoruz!
Bu örnekten geriye giderek, Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere hiçbir iktidar mensubunun sevgili emekçi yurttaşlarımıza “Siz gönül rahatlığı ile evde kalın, geliriniz güvence altında merak etmeyin” diyemediği koşullarda, “Kanal İstanbul projesinin etki alanında kalan tarihi Odabaşı ve Dursunköy köprülerinin taşınarak başka bir alanda tekrar inşa edilmesi işi için ihaleye çıkıldığı” haberini almış bulunuyoruz …
Çok kötü haber!
Eşim Ayşegül’le yine göz göze geliyoruz …
“Arada aklıma geliyor ve ‘aklın yolu bir’ ekseni üzerinde yürüyüp can derdine düşünce ne Kanal İstanbul kaldı ne başka bir şey diye düşünüyordum oysa ki … Hiç böyle bir adım atılabileceğine ihtimal vermiyordum ama atılabildi” diyor ve ekliyorum: “Daha da ne dememiz, ne yapmamız isteniyor Allah aşkına!?…”
İçmeye ayran bulamazken, giderek büyüyen ‘kriz’, pek çok yönden yeterince ustalıkla yönetilemezken, “krizi fırsata çevirmek” dedikleri böyle bir şey mi dersiniz!?
Önlemler cephesinde durum(umuz) bu …
Peki ya alınan-alınacak dersler?
Bence ilk ders: Hastanenin ticarethane hastanın müşteri olamayacağı dersi …
Yıllardır ‘Sağlıkta Devrim’ sloganının kullanıldığı sevgili ülkemde ‘Sağlıkta Gerçek Devrim’in, sağlık hizmetlerine erişimin ücretsiz olması gerektiğinin farkedilebilmiş olmasıyla başlatılabileceği kesin. Elbette bu, tüm sevgili dünya halklarının hak ettiği bir devrimdir.
Bir başka dersimiz ise, ‘derin komplo teorileri’ ve ‘yalan haberler’le yitirdiğimiz çok değerli zamanlarımızı ‘bilime güvenerek’ en iyi şekilde değerlendirmek olsa gerek …
Bir de ‘sonrası’na ilişkin değerlendirmeler var …
Yaşadığımız tabloyu “üçüncü dünya savaşı” olarak adlandıran “derin” (!) komplo teorilerini bir yana bırakıp bana daha akıllıca gelen ve “Salgından korunalım derken tümden gözetim altında olacağımız ve bireylerle uluslar olarak tecrit koşullarında yaşatılacağımız çok daha sevimsiz bir dünyaya doğru mu gidiyoruz?” sorusunu sorduran bir değerlendirmeyi paylaşarak ara vermek istiyorum bugünkü buluşmamıza …
Financial Times’ta “Koronavirus sonrası dünya” başlıklı bu yazı Yuval Noah Harari’ye ait … (Harari’nin, başta ‘kapitalizm dışı’ toplumcu çözümlere mesafeli duruşu olmak üzere bazı tercihlerine katılmamakla birlikte ‘ufuk açıcı’ bulduğum görüşlerini sizlere aktarmak istiyorum … Bu vesileyle, Harari’nin dilimize de kazandırılmış kitaplarını da okumanızı önermiş olayım …)
“Bu kriz zamanında, iki önemli seçimle karşı karşıyayız. Birincisi totaliter gözetim ile vatandaşın güçlendirilmesi arasında. İkincisi milliyetçi tecrit ile küresel dayanışma arasındadır” diyor Harari ve sonuç olarak tercihini ikincilerden yana kullandığı şu dikkat çekici cümleleri kuruyor …
…
“Tüm bunların yeni bir şey olmadığını iddia edebilirsiniz. Son yıllarda hem hükümetler hem de şirketler insanları izlemek, gözlemlemek ve manipüle etmek için her zamankinden daha gelişmiş teknolojiler kullanıyor. Dikkatli olmazsak, salgın yine de gözetim tarihinde önemli bir dönüm noktası olabilir. Sadece şimdiye kadar onları reddeden ülkelerde kitlesel gözetim araçlarının konuşlandırılmasını normalleştirebileceği için değil, daha da ötesi, cilt üstünden cilt altı gözetimine dramatik bir geçiş anlamına geliyor.
Şimdiye kadar, parmağınız akıllı telefonunuzun ekranına dokunduğunda ve bir bağlantıyı tıkladığında, hükümet tam olarak parmağınızın neyi tıkladığını bilmek istedi. Ancak koronavirüs ile ilginin odak noktası değişti. Şimdi hükümet, parmağınızın sıcaklığını ve cildinizin altındaki kan basıncını bilmek istiyor.
Gözetim altında durduğumuz yerde çalışırken karşılaştığımız sorunlardan biri, hiçbirimizin nasıl gözetim altında tutulduğumuzu ve gelecek yılların neler getirebileceğini tam olarak bilmememizdir. Gözetim teknolojisi son derece hızlı gelişiyor ve 10 yıl önce bilim kurgu gibi görünen şey bugün eski haber. Bir düşünce deneyi olarak, her vatandaşın günde 24 saat vücut ısısını ve kalp atış hızını izleyen biyometrik bir bilezik takmasını talep eden varsayımsal bir hükümet düşünün. Elde edilen veriler devlet algoritmaları tarafından istiflenir ve analiz edilir. Algoritmalar, siz bilmeden önce bile hasta olduğunuzu bilecek ve aynı zamanda nerede olduğunuzu ve kiminle tanıştığınızı da bileceklerdir. Enfeksiyon zincirleri büyük ölçüde kısaltılabilir ve hatta tamamen kesilebilir. Böyle bir sistem, günler içinde salgının yolundaki tartışmayı durdurabilir. Harika görünüyor değil mi?
Koronavirüs enfeksiyonları sıfıra düştüğünde bile, bazı verilere aç hükümetler biyometrik gözetim sistemlerini yerinde tutmaları gerektiğini, çünkü ikinci bir koronavirüs dalgasından korktukları veya Orta Afrika’da gelişen yeni bir Ebola suşu bulunduğunu iddia edebilirler veya: Çünkü ……..
Gerisini siz de doldurabilirsiniz …
Gizliliğimiz üzerinde son yıllarda büyük bir savaş sürüyor. Koronavirüs krizi, savaşın devrilme noktası olabilir. Çünkü insanlar gizlilik ve sağlık arasında bir seçim yapmaları istendiğinde, genellikle sağlığı seçerler.”
…
Harari, bu ‘tercih ikilisi’nin yanlışlığını belirterek şöyle sürdürüyor:
“İnsanlar gözetim hakkında her konuştuğunda, aynı gözetim teknolojisinin sadece hükümetler tarafından ve bireyleri izlemek için değil, hükümetleri izlemek için de bireyler tarafından kullanılabileceğini unutmasın …”
Ve ikincisi, yani milliyetçi tecrit ile küresel dayanışma seçeneklerine ilişkin tercihini ise şöyle dile getiriyor Harari:
“İnsanlık bir seçim yapmak zorunda. Uyuşmazlık yolunu mu takip edeceğiz, yoksa küresel dayanışmadan yana mı olacağız? Eğer uyuşmazlığı seçersek bu durum sadece krizi uzatmakla kalmayacak, gelecekteki çok daha vahim olayların habercisi olacak. Eğer küresel dayanışmayı seçersek, sadece koronavirüse karşı değil 21. yüzyıl boyunca insanlığa saldıracak diğer bütün salgınlara ve krizlere karşı da zafer elde edeceğiz.”
Çağdaş Sağlık Anlayışı *
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, “Yalnızca hastalık ya da sakatlığın bulunmaması değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik hali” olarak tanımlamıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre de ırk, dil, din, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayrımı gözetmeden; herkesin, erişilebilecek en yüksek düzeyde sağlıklı olma temel hakkına sahip olduğunu görürüz.
Bilindiği gibi sağlık sorunları çeşitlidir. Bunların çözümü için gerekli insan gücü, teknik donanım, mekan, finansman gibi kaynaklar ise her zaman sınırlıdır. Bu olgu dünyanın zengin ve gelişmiş devletleri için de geçerlidir. Dolayısıyla neredeyse sonsuz çeşitlilikteki sağlık sorunlarını sınırlı kaynaklarla çözümleyebilmek için, eldeki olanakların en akılcı ve verimli biçimde kullanılması gereği tartışmasız kabul görmektedir. İzlenecek yol; önce sorunların saptanması, öncelik sıralamasına konulması ve ardından en verimli yollarla çözülmeye çalışılmasıdır.
Bir toplum için en önemli sağlık sorunu; en çok görülen, en çok öldüren, en çok sakat bırakan hastalıktır.
Bir kimsenin sağlığı yalnızca kendisini ilgilendirmez. Başta ailesi olmak üzere yakınlarını ve giderek tüm toplumu ve hatta tüm insanları ilgilendirir, ilgilendirmelidir.
Sağlık sorunlarının tek nedeni biyolojik, fiziksel ve kimyasal öğeler değildir. Altta yatan sosyal, ekonomik, kültürel etmenler vardır ve bunlar araştırılmalıdır. Bu etmenler bildiğimiz gibi fizik, biyolojik ve kimyasal etmenlerin ortaya çıkması için asıl ortam ve zemini oluştururlar.
Çağdaş halk sağlığı anlayışının günümüzdeki içeriği son derece geniştir. Çağdaş anlayış 1978 yılında yayınlanan ve DSÖ’ne üye olan tüm ülkelerce onaylanmış bulunan ‘Temel Sağlık Hizmetleri Bildirisi’ (Alma Ata Bildirgesi) ile ayrıntılı biçimde tanımlanmıştır.
Bu anlayışın başlıca önemli noktaları şunlardır:
-Sosyal eşitlik / Sağlık hizmetleri doğuştan kazanılmış bir insan hakkıdır. Bu hizmetler sadece onları satın alabilecek sosyal sınıflara değil toplumdaki herkese ve en uzak yerleşim yerlerinde oturanlara da, sosyal adalet anlayışı içinde ve hakkaniyet ölçülerinde götürülmelidir.
-Öz sorumluluk / Herkes kendi sağlığının değerini bilmeli ve kendinden (ve çocuklarından) sorumlu olmalıdır. Bunun için kişiler eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir. Bunun doğal sonucu olarak kişiler ve toplumlar sorumluluk duygusu içinde sağlık hizmetlerinin planlanması ve sunuluşunda söz sahibi olmalı, yani toplum sağlık hizmetlerine katılmalıdır.
-Sağlık hizmetlerinin boyutu / Sağlık hizmetleri yalnızca ‘Sağlık sektörü’ tarafından yürütülemeyecek kadar geniş boyutludur ve birçok farklı sektörü de ilgilendirir. Öyleyse sektörler arası eşgüdüm gereklidir.
-Uluslararası dayanışma / Sağlık bir dünya ve insanlık sorunudur. Gelişmiş güçlü ülkelerin gelişmekte olan ülkelerdeki sağlık hizmetlerinin kalkınmasını desteklemeleri gereklidir.
(* Aynı başlıklı uzunca bir yazının giriş bölümünden … Bilkent Üniversitesi Sağlık Merkezi / Hazırlayan- Dr. S. Başak SOYLUOĞLU / bilheal.bilkent.edu.tr › aykonu › kasim03 › cagdassaglik)