BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
“Libya’da şehit olan MİT mensubuyla ilgili bilgilerin ifşa edildiği” iddiasıyla açılan davada Gazeteciler; Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Yeniçağ Yazarı Murat Ağırel ile Muhabir Hülya Kılınç tutuklu, Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik ile Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser ise tutuksuz yargılanacaklar …
İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki 24 Haziran 2020 tarihli duruşmada Barış Pehlivan’ın savunmasında, Barış Terkoğlu’nun ise tahliyesinin ardından dile getirdiklerinden yola çıkıp nerelere nerelere varıp neleri neleri yazmışım bir bakalım …
Birkaç haftalık aranın ardından bu haftaki yolculuğumuza başlamadan önce, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun o sözlerini aktarmalıyım …
Önce Barış Pehlivan’ın savunmasının son bölümünden:
“… Eğer FETÖ sanıklarını görevde tutup bir de onlara FETÖ operasyonu yaptırıldığını yazmasaydım burada olmazdım. Eğer FETÖ’cüleri para karşılığı tahliye eden, başka tarikatların müridi yargı mensupları olduğunu yazmasaydım burada olmazdım. Eğer FETÖ şüphelisi olup başka tarikatların hocalarından hüsnü şehadet aldığınızda dosyanızın kapandığını yazmasaydım burada olmazdım. Eğer FETÖ borsası sanığının çocuğunun gözü önünde öldürülmesinin perde arkasını yazmasaydım burada olmazdım. Eğer bu toprakların en tehlikeli örgütü FETÖ ile mücadelenin bir rant ve sermaye değişimi aracı haline geldiğini yazmasaydım burada olmazdım. Ama tüm yaşadıklarıma rağmen diyorum ki iyi ki yazdım, iyi ki yazıyorum, iyi ki yazacağım. Hepsi gerçekti. Yalanlayamadılar. Bunun yerine, bir bahaneyle hapse attılar. Amaç; daha önce yazdıklarımın bedelini ödetmek ve ileride de yazmamamdı …”
Ve Barış Terkoğlu, Silivri Cezaevi’nden çıkışı sırasında yaptığı kısa konuşmada bakın neler demişti:
“… Tutuklu bütün arkadaşlarımın, tıpkı benim gibi şu an burada olması gerekiyordu. Müesser ablanın da burada olması gerekiyordu. Çünkü bu dava, bizim daha önce karşılaştığımız davalar gibi; açıkça bizi susturmak, bizim kalemimizi kırmak, bizim yazdıklarımızı engellemek için yapılmış bir dava. Onlar en iyi bildikleri şeyi yapıyorlar; hukuku kullanarak insanlar üstünde baskı kurmaya, insanların kalemini kırmaya, insanların yazdıklarını engellemeye çalışıyorlar. Biz de en iyi bildiğimiz şeyi yapacağız. Biz de gazetecilik yapacağız. Biz de yazmaya devam edeceğiz. Biz de araştırmaya devam edeceğiz. Biz de yazılmayanların üstüne gitmeye devam edeceğiz. O yüzden benim söyleyeceğim şey; Kaldığımız yerden bıraktığımız gibi devam edeceğiz …”
…
En büyük kaybı ‘unuttukları’ olsa gerek insanın.
Ansızın anısız kalmak çok kötü olmalı …
Olmalı ne kelime: ‘Kötüdür!’
Tarih içinde öyle tanıklıklarımız vardır ki onları unutmayı ‘en ağır ihanet’ gibi yaşarız, bilirsiniz … “Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız!” diye üstüne basa basa haykırırız … Tarihe ‘olumsuz’ olarak not düşer, ‘kahrolsun’ diyerek, lanetleyerek anar-anımsarız o günleri …
27 yıl önce 2 Temmuz 1993 tarihindeki gerici kalkışmada Madımak otelinde canlarımızı yakan ‘Sivas katliamı’ da ‘lanetleyerek anımsadığımız’ o günlerden biridir … Çok iyi anımsıyorum … Katilleri bir kez daha lanetliyorum … Yakılan canlarımızı sevgilerle, özlemlerle anıyorum …
…
İnsan anılarını nasıl kaybeder, -elimizde olmayan nedenlerle yaşanan bellek sorunları dışında- ? …
Son yıllarda yükselen yaş ortalamalarına yetip yetişemeyip, en yakın olanlardan gide gide uzaklara çoooook uzaklara varan unutmalarla malûl bellekler günümüzün öncelikli hüznüdür … Pek çok büyüğümüzün başında …
Albümlerdeki fotoğraflara bakıp bakıp da tanınamayan insan yüzlerinin gün gün artması … Unutulmuş yüzlerle küçülür yeryüzü … Onca yıllar boyunca “Böyle bir şey unutulur mu hiç, nasıl unutulur!” diye diye not ettiğimiz birçok anı terk edip gider bellek dediğimiz uçsuz bucaksız alanı …
Bazı anlar-anılar da tatlı tatlı silinmiştir sizden habersiz … Bir yerlerden, bir şeylerden söz ederken bir yerlerde bir şeyleri anımsayamazsınız bir türlü: Nasıl da unutmuşum! Keyfiniz yerindeyse gülümsersiniz bu halinize … Şaşırtıcı şekilde bomboştur oralar: ‘Nasıl olur da anımsayamam?!’ … Kimi zaman, asla unutmayacağınızı düşündüğünüz bazı isimler gelmez dilinizin ucuna … İnanılmazdır!
Belki bazı anılar ya da isimler sonra sonra kim bilir nerelerden nerelerden çıkıp gelirler … Ne güzel olur …
Bir sabah henüz güneş doğmadan esen-ürperten rüzgarla belki …
Belki öğlen sıcağında bağır çağır cırcır böceği sesleriyle …
O günlerdeki yaşınıza şaşırıp kalırsınız … Hiç olmayacak bir işmiş de olmuşmuş gibi!?
Yazmak bu nedenle iyidir, hem de çok iyi …
Her türlü gazetecilik faaliyetlerinin yanına günlükler de dahil kısa kısa notları da ekleyebilirsiniz. Tadı hep bir başka olan roman, öykü ve şiirleri de …
Yine “Gazetecilik suç değildir” demek için kim bilir kaçıncı kez yazmaya çalıştığım yazımın tam burasında, ‘Yaşasın Edebiyat’ da diyesim geldi birden … İşime de geldi doğrusu: ‘Yazmaya güzelleme’ yapmaya çalışırken, edebiyat sözcüğü yerine seyrek de olsa kullandığımız ‘yazın’ seçeneğiyle ‘Yaşasın Yazın!’ diyerek, anlam piyangosundan küçük de olsa bir ikramiye kazanmış olalım ve çıkan ikramiyeyi hemen not ederek sürdürelim: ‘Yaşasın Yazın!’ diyorum çünkü yazın, anılarla dalgalı uçsuz bucaksız bir arınma denizidir … Yazanın neden yazdığı uçup gider ve geride sadece ve sadece size neler neler anımsattığı kalır. Gözleriniz anımsadıklarınızla dolup taşar. Sarsıcıdır. Yüzleştirir. Gözünüzün içine baka baka söyler ağzına geleni. Yine olan olmuştur … O nedenle ‘yazın’ diyorum. Yıllardır herkese tavsiye ediyorum bunu. Dikkat edin: ‘Sevgili okurlar’ diye seslenmem-yazmam gereken yerlerde ‘Sevgili okur-yazarlar’ demişimdir hep. Nedeni budur.
Olanlar yine olur ama hiç olmazsa anılarınız olduğu gibi kalır. Sapasağlam.
Bir de, ‘yazamayacağınız şeyler’i yapmanızı önler.
Ama ben, “insan anılarını nasıl kaybeder?” derken, bambaşka bir şeyi, yani “yakın-uzak bellek kaybınız yoksa, akıl sağlığınız yerindeyse anılarınızı nasıl silersiniz” diye sormak istiyorum? …
Kendiliğinden silinip solmamışsa eğer, kaybolmaz anılar. Yokmuşlar gibi yapmak için dik yokuşları göze almanız gerekir … Çıkılamayacak kadar dik! Başladığınız anda yorar bitirir insanı …
…
Yazmak; tahmininizden çabuk silikleşiverecek, uçup gidecek yaşanmışlıkları avucumuzun içinde sımsıkı tutup bırakmamaktır. Yazmak unutmamaktır.
Gecenin bir yarısı, ne yapıp etseniz de içinden çıkamadığınız, yerçekimsiz nedenlerle sizi soluksuz bırakan bir rüyadan kan ter içinde uyanmalarınızı bile …
“Ama bu kadarı da saçmalık!” dedirtecek derecede ‘gazetecisizleştirilen’ sevgili ülkemde, her şeye karşın ne yapacağını, ne yazacağını bilen gazetecilerin ödüllendirildiği rüyanızın en güzel yerinde, alkışlar arasında yükselirken yükselirken kürsüye doğru, bir anda kolunuzda kanadınızda güçsüzleşip dipsiz bir boşlukta yüreğinizi ağzınıza getiren bir uçamama çaresizliğinizi bile …
Uzunca zamandır üzerinde çalışıp durduğunuz kitaplarınızla dolu masanızın önünde uzayan kuyrukta gülümseyen insan yüzlerine bakarken bir anda gözlerinizi karartan bir halsizlikle sessizliğe doğru uzaklaşıp gittiğiniz sırada içinizde bir yerlerde büyüyen: “Bu çok büyük bir haksızlık!” çığlığınızı bile …
…
‘Başka bir dünya mümkün!’ diye diye tarihe düştüğüm notlar arasından birini aktarmak istiyorum bir de:
“Geçmiş, anılar bırakıp bitmiş. Yani çekmiş gitmiş … Yani ‘olan olmuş’tur geçmiş … Siz neler neler yapmışsanız da yapamamışsanız da o ‘bir güzel geçmiş’tir … Dur durak bilmeden geçen günlerden birinde, yani günün birinde hele bir tökezlemeye görün, yuvarlanıp gidersiniz hiç olmadık yerlere … Dikkatsizliğiniz yüzünden olsun olmasın … Dikkatin hiç iş görmediği anlar var tarih içindeki yolculuğumuzda … Eğer ki gerçek anlamda, içtenlikle, titizlikle devrimci bir ‘tarih yazma’ çabası içindeyseniz, en hafifinden sizi tökezletme, yoldan çıkarma, bir kenara itme gibi gibi duvarlanır dört bir yanınız … ‘O duvar, o duvarınız vız gelir bize vız’ derseniz ve o duvarları denizleştirebilmekte mahirseniz, nakış nakış ‘başka bir dünya mümkün’ adaları oluşturabilirsiniz … Karınca hikayesindeki gibi: Siz de o yolda öleceksiniz … Gelecek, neler yapabilirseniz ona göre gelecek … Varsanız da gelecek yoksanız da gelecek …”
Bu kısacık nottan kim ne anlar, yanlış mı anlar? … Böyle bir ‘soru’ sorun olabilir mi? Elbette ki hayır!
Tüm yazılanlarda yaşanan anlar taşır bizi geleceğe … Geleceğe taşırır bizi … Geleceğe taşabilecek bir şeyler üretebilmişseniz eğer ‘anılar’da kalırsınız …
Yaşama-yazma nedenlerinizi böyle böyle yakalarsınız. Yoksa uçar gider, tutabilene aşk olsun …
Tutabilenlere ‘aşk olsun’ …
İyi ki ‘gazeteciler’ var! Aşk olsun çocuklar!
Güllük’ü ‘en pahalı su zûlmü’nden kurtarın artık!
CHP Muğla Milletvekili Suat Özcan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığına verdiği soru önergesiyle Güllük’teki ‘su sorunu’nu bir kez daha gündeme getirmiş. Çok iyi yapmış.
Ören ve Güllük’te oturan hemşerilerimizin ödedikleri su faturaları arasında Güllüklülerin aleyhine yaklaşık 4 kat fark olduğuna, tüm vergiler-katkı payları dışında Ören’de 20 litre su tüketen bir abonenin MUSKİ’ye 28,60 TL öderken, Güllük’te aynı miktarda su için özel şirkete ödenen bedelin 103.05 TL olduğuna dikkat çekmiş Özcan.
Yeterince açık ve yaşanan ‘zûlmü’ kolayca anlaşılır kılan bir kıyaslama.
‘Kendi halinde’ bir balıkçı kasabası iken sonraları ‘ihracat limanı’ olarak bilinir olan Güllük, uzunca süredir nasıl olmuş da ‘en pahalı su’yu ile de anılır-tanınır olmuştur!
Bence öncelikle yapılması gereken: Güllük’ün, bu ‘büyük fark’ dolayısıyla ünlenmesinin nasıl ortaya çıktığını, bilenlerin bilmeyenlere anlatmasıdır.
İkinci önerim ise, bu sorunun çözümüne Muğla Milletvekili M. Yavuz Demir’in içtenlikle ve özveriyle yardımcı olmasıdır.
Beldede, ‘içme-kullanma suyu dağıtımı/alt yapı ve atıksu arıtma’ hizmetlerinin 2005 yılında “Güllüklülerin hayatını değiştirecek” sunumuyla özelleştirilmesiyle başlamış olan bu süreç, Sayın Demir’in 1999-2009 yılları arasında 2 dönem yaptığı Güllük Belediye Başkanlığı yıllarının ürünüdür. Bu anlamda, Güllük’te suyun özelleştirilmesi konusunda bir özeleştiri anlamı da taşıyacak böylesi bir ‘çözüm süreci’nde Yavuz beyin de görev alması yerinde olur diye düşünüyorum.
Dolayısıyla Bakan Soylu, Sayın Özcan’ın sorularına yanıtlar bulabilmenin-verebilmenin yanı sıra, esas olarak bu büyük adaletsizliği ortadan kaldıracak adımların bir an önce atılabilmesi için Yavuz Demir’le mutlaka temas kurmalıdır diye düşünüyorum …
Demem o ki, Suat Özcan’ın sorularıyla bir kez daha gündeme gelen bu çok büyük sorunun çözümü için Sayın Demir aktif rol almalı, ‘mevzuat engelleri’nin aşılması dahil ne gerekiyorsa yapılmasını sağlamalı, iktidar partisi milletvekili olmasını, bu sorunun daha da gecikmeden çözülmesi için bir avantaj olarak değerlendirmelidir.