Sabahattin Ali / Öykü / Everest Yayınları / Basım- 2020 / 202 sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR
Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğdu. Eğitim hayatı, 7 yaşında Füyûzâtı Osmâniye Mektebi’nde başladı. Zabit olan babası Ali Selahattin Bey’in tayininin Çanakkale’ye çıkmasıyla birlikte ailecek taşındılar. Eğitimine Edremit İptidaî Mektebi’nde devam etti.
Okulu bitirip İstanbul’a dayısının yanına dönen Sabahattin Ali bir yıl dayısıyla yaşadıktan sonra 1922-1923 ders yılında Balıkesir Muallim Mektebi’ne kaydoldu. Şiir ve hikâye deneyimleri bu zamanlarda ortaya çıkarken çeşitli dergi ve gazetelere yazılar göndermeye başladı. Bunlardan biri Balıkesir’de yayımlanan Irmak dergisidir. Sonrasında okul naklini İstanbul İlköğretmen Mektebi’ne aldıran Sabahattin Ali, okulu bitirdikten sonra Yozgat’ta öğretmenlik yaptı.
1928 yılında dil eğitimi amacıyla Almanya’ya gönderildi. 1930 yılında Türkiye’ye geri döndü. Sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde memurluk, Devlet Konservatuarı’nda dramaturgluk yaptı. Sabahattin Ali, bu yıllarda öykücülüğe yeni bir soluk getirmeye, gerçekçi akımda örnekler vermeye başlamıştı.
1932 yılında Konya’da bulunduğu sırada okuduğu bir şiir yüzünden “Atatürk’e hakaret” suçlamasıyla tutuklandı ve mahkûm oldu. 1934 yılında Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’nde görev aldı. 1935 yılında Aliye Hanım’la evlenen Sabahattin Ali’nin 1937 yılında kızı Filiz Ali dünyaya geldi. 1938 yılında yeniden öğretmenliğe başladı. 1945 yılında görevden alındı. Aynı yıl İstanbul’da yayımlanan siyasi mizah gazetesi Markopaşa’da yazıları yayımlandı. Bu yazılardan dolayı hakkında çeşitli davalar açıldı. 1948 yılında üç ay tutuklu kaldı.
Kendisine pasaport verilmeyen Sabahattin Ali, üzerindeki bitip tükenmek bilmeyen siyasi baskıdan ve takibattan kurtulmak için Bulgaristan sınırından Avrupa’ya geçmek üzere Kırklareli civarında yoldayken, kendisine rehberlik eden Ali Ertekin tarafından 2 Nisan 1948’de öldürüldü …
Ölümünden önce yayımlanmış dokuz kitabı ve Varlık dergisinde tefrika edilmiş Esirler (1936) oyunu, ayrıca yetmişten fazla şiiri ve Türkçeye kazandırdığı kitaplar vardır. Eserleri birçok dile çevrilmiştir.
Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna.
Kağnı…
Sabahattin Ali’nin en beğenilen öykülerinden biri olan Kağnı, otuz evli Arkbaşı köyünde geçer. Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Sarı Mehmet’i vurup öldürür. Köylü, yaşananlardan tedirgin olur, çünkü o güne kadar mahkeme yolları köylüye çok çektirmiştir. Kasaba yolu çok çetin ve uzundur. Günlerce mahkeme uğruna yollara düşmek tam çileye dönüşmektedir köylüler için.
Sarı Mehmet, annesi ile yaşayan, onun dışında kimsesi olmayan biriydi. O yüzden köylü için pek de bir önemi yoktu. Fakat Savrukların Hüseyin, Mevlüt Ağa’nın oğluydu ve hapse girmesi pek hayra olmazdı. Bunun üzerine köylü Sarı Mehmet’in annesini karşılarına alıp şikayetçi olmaması için nasihatte bulunmaya başladılar. Annesi bir taraftan söylenen sözleri dinliyor, bir taraftan yerde yatan oğlunun cesedine bakıyor, bir taraftan da gözyaşlarına hakim olamıyordu. Fakat artık bu köyde yalnız başına kalmıştır. Mevlüt Ağa’yı da karşısına almanın bir faydası yoktur. Köyde açlıktan ölürüm korkusu sarar anneyi.
Fakat Sarı Mehmet dışında ağanın oğlu Hüseyin ile kavgalı olan başka biri daha vardır. Ayakkabıcı Garip Mehmet, ilk fırsatta olayı Jandarmaya bildirir. Bunun üzerine yaklaşık bir ay sonra köye jandarmalar gelir. Yolun uzun ve çetin olması nedeni ile Savcı cinayeti umursamamış, bunun üzerine iki jandarmayı gönderip olayı araştırmalarını ve şüphelilerin hepsini ceset ile birlikte kasabaya getirmelerini istemiştir.
Jandarmanın köye gelmesi, yatışmış olan köyün tekrardan endişeye sürüklenmesine neden olur. Jandarma ilk olarak Sarı Mehmet’in annesi ile konuşur fakat anne “ben şikayetçi değilim” demekten başka bir şey demez. Köylüler de Mevlüt Ağa nedeni ile suspus olurlar. Jandarmalar buradan bir şey çıkmayacağını anlayınca Sarı Mehmet’in mezarını kazdırıp cesedi çıkartırlar. Annesine cesedi bir kağnıya yüklemesini ve yavaş yavaş arkalarından kasabaya getirmesini söylerler. Şüpheli ve şahit bildikleri Savrukların Hüseyin’i, muhtarı ve imamı alıp yola koyulurlar.
Sarı Mehmet’in annesi, mezarın açılması ile yeniden ağlamaya başlar. Jandarmanın istediğini yapar ve ölü oğlunu kağnıya yüklerler. Sıska iki küçük öküz kağnıyı çekmeye başlar ve anne yollara koyulur. Fakat yol pek çetin ve uzundur. Yaşlı anne bir taraftan oğlu için ağlarken diğer taraftan kağnının kenarına tutunarak ayakta kalmaya ve yola devam etmeye çalışır. Fakat vücudu daha fazla dayanamaz ve ayakları birbirine dolanıp düşer. Öküzlere durması için bağırır ama öküzler pek oralı olmaz. Ayağa kalkıp kağnıya yetişmeye çalışır ama yorgun ve yaşlı ayakları yine birbirine dolaşır ve yere düşer.
Kağnı ise gecenin karanlığında arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ceset ile birlikte ağır ağır kendi bildiği yolda ilerler ve gecenin karanlığında kaybolur.