Yılmaz Kaya AYLANÇ
Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre Türkiye’de 4 milyon 990 bin 663 kayıtlı yabancı bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler’in açıkladığı sayılar ile örtüşen bir rakam bu.
Ancak pekçok başka kaynaklar ise 10 milyon üzerinde düzensiz göçmenin Türkiye’de olduğu yönünde.
İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Başkanı Metin Çorabatır’ın açıklaması ise Türkiye’de 300 bin ila 2 milyon kayıt dışı düzensiz göçmen olduğu yönünde.
Konu 2011 Arap Baharı olarak ortaya çıktı. Önce Tunus, sonra sırasıyla Libya, Mısır ve derken Suriye. Bu ülkeler emperyalist devletlerin yeni dünya düzeni planları gereği suni krizlere sokulmuş, ülke vatandaşları kamplara ayrıştırılarak iç savaş yapmaları sağlanmış ve planı yapan ülkelerin çıkarları doğrultusunda sonuçlanmaları sağlanarak kendi düzenlerine hizmet edecek yönetimler ve yönetim şekilleri ile yaşamaları sağlanmış oldu.
Biz ise burada, daha çok bizi ilgilendiren konu olması nedeniyle Suriye üzerinden değerlendirmeler yapacağız.
Suriye bu kapsamda bir iç savaşa sürüklenmiş, savaş sonucu milyonlarca Suriyeli vatanlarını bırakarak komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmışlardır. Bu mülteci akınından en büyük pay da Türkiye’ye düşmekte.
Bunu, sıradan bir sığınmacı veya mülteci akını olarak görmek zor. Ne gelenler normal bir durumda, ne alanlar normal kurallara göre almakta. Televizyonlarda veya bazı video kayıtlarında gördüğümüz gibi kimileri dağlardan ovalara oradan kasaba veya şehirlere yürüyerek ve kilometrelerce uzanan insan zincirleri halinde gelmekte. Kimileri otobüs veya başkaca araçlar ile tıklım tıklım halde mahallelerin orta yerine kadar gelip oradan sokaklara dağılmaktalar.
Kim oldukları, isimleri ve soyadları, nereden geldikleri, kaç kişi oldukları, öncesinde hangi işi yaptıkları, eğitimleri, geldikleri ülke hakkında ne bildikleri, dilini bilip bilmedikleri, yasaları, gelenekleri konusunda fikir sahibi olup olmadıkları, velhasıl ne onlar biliniyor ne de onlar geldikleri ülkeyi biliyorlar.
İki bilinmeyen, kervan yolda uyumlaşacak/mı?
Sorunun kaynağı tabiî ki emperyalizmin ve o’nun ekonomik düzeni olan vahşi kapitalizm uygulamaları ve aç gözlülüğü. Ancak tüm kabahati de onlara yüklersek doğru olur mu? Onlara haksızlık ederim diye korkumdan değil, sorunu tüm yönleri ile ele almış olmayabileceğimden. Evet, durduk yere ortaya kocaman bir sorun çıkmasını sağladılar. O ülkelerdeki yönetimlerin de bu olup bitenden hiç mi kabahatleri yok. Sütten çıkmış ak kaşıklar değildiler elbet.
Böyle olduğunda hep aklıma büyük Atatürk gelir. Ne güzel yapmış! Hem emperyalizme tokat atmış, hem kendi padişah ve halife anlayışına, ancak yerine insan olmanın onurunu yaşatacak yurttaşlık kavramını, ümmet ve teba olmaktan özgür bir birey olmaya götürmüş ülke insanını.
Ya kadınlarını; erkeğin arkasında yürüyen, çocuk doğurup ırgat gibi çalışan, mirastan yarım pay alan, şahitliği erkeğin altında kalan yani Nazım ustanın deyişi ile “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımızı eşit yurttaş, seçen seçilen, öğretmen olan özgür birey haklarına kavuşturmuş.
Acaba bu ülkeler de Atatürk yolundan gitselerdi yine bunlar olur muydu diye düşünüyorum.
Bir ülkede iç savaş o ülkede olabilecek en kötü durum elbette. Ki istilaya uğramış olması bile daha az sorun olabilir.
Neyse, burada kardeş kardeşe, akraba akrabaya karşı bir durum. Kimi yönetimin yanında, kimi yönetime karşı.
Öyle bir durumda yaşanıyor ki, ülkenin yönetimine karşı başka ülkenin askeri, silahı ve parasal gücünü alarak savaşıyorsun. Buna ne deniyor olsa gerek! Bana çok ters gibi geliyor. Sonuç olarak yönetimi alaşağı edemediğin için de şimdi geri dönemiyorsun sanırım.
Peki seni barındıran ülkede durumlar nasıl? Çok iç açıcı olmasa gerek. Ülke nüfusunun yüzde 10-15 arasındaki bir insan sayısı ülkeye karışmış durumda. Neredeler bilen var mı?
Belki bir kısmı evet, nerede olduğu biliniyor. Ancak az bir kısmı sanırım, ya gerisi!
Ülkemizdeki kamu politikalarını derinden etkilediği bir gerçek.
Avrupa ülkeleri 30 bin mülteciyi içlerine almak için günlerce tartışma yapıp, pek çok program oluşturup, bütçeler yaratıp mültecilere uygulanacak yıllık programları gerçekleştirip, ancak bu konuda adım atarlarken, Türkiye’ye rüşvet vererek “sen bunları kendinde tut, bize gönderme” demekteler. Türkiye bu arada eğitim, sağlık, güvenlik, istihdam ve benzeri pek çok konuda toplumsal entegrasyon gibi sorunlar ile karşı karşıya ve bunlarla boğuşmakta. Bu durum iç politikayı doğrudan etkilediği gibi, günlük yaşamdan gelecek yıllara kadar pek çok konuda ülke insanını etkileyeceği kesin gibi.
Yapılaşmanın çarpıklığından tutun da, çocuk işçilik konularına, mezhepsel kutuplaşmaya, çok eşlilik sorununa, yaşam tarzındaki farklılığa kadar pek çok sorunun toplumda yaratacağı travmayı gelinen yerdekiler kadar gelenlerin de yaşayacağı mutlak.
Her şey kısa süreli bir misafirperverlik diye başladı, geldiği noktada bir ülkenin yaşayabileceği devasa bir soruna dönüştü. Bu denli önemli bir kararın, sırf Suriye veya Afganistan’da yaşayan insanları veya yakın gelecekte gelebileceklerinden bahsedilen Pakistan vatandaşlarının kara kaşları kara gözleri için alındığını sanmak herhalde saflık olur diyorum. “Ortada insani bir sorun var ve bu nedenle o insanlara iyilik yapılması gerek” kadar düşünmek bana yetmiyor.
Bu ülkelerde ne yapılmak istendi? Ne yapılmaya çalışırken Suriye’de işler ters gitti mi? Yoksa böyle olması bilinerek hedef Türkiye miydi? Bence hedefin Türkiye Cumhuriyeti olduğu çok açık. Bu, büyük emperyallerin hedefi tabiî ki, Lozan’da ne demişlerdi hatırlayalım. 15 Temmuz 1973 tarihli röportajında İnönü şöyle anlatıyor o tarihi anları: “Lozan’da İngiliz delegesi Lord Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. Konuşmamızı hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. İngiliz delegesi Lord Curzon, ‘Lozan Muahedesi’nden memnun ayrılmıyoruz, hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir bunda var (Amerikan delegesini işaret etti), bir bende var. Geleceksiniz para isteyeceksiniz, diz çökeceksiniz, reddettiklerinizin hepsini cebimden çıkarıp size göstereceğim’ dedi. Bunu hiçbir zaman unutmam.”
Peki, İsmet Paşa ne cevap verdi dersiniz: “Bizim burada istediklerimiz müstakil, medeni bir devlet olarak onun bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin edelim, sulh olsun gelirsem size, istediğinizi yaparsınız.”
Ve emperyalistler bunu hiç unutmadı.
O nedenle Atatürk, “Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” demiş.
Gelelim günümüze. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 11-12 Temmuz tarihlerinde Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta yapılacak NATO Liderler Zirvesi çerçevesinde yapacakları görüşme ile ilgili olumlu mesajlar veren Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, “Türkiye’nin mülteci sorunuyla mücadelede müttefik olması gerektiğini birçok kez söyledim. Öte yandan, AB Türkiye’yi desteklemek için çok milyon avro verdi ve muhtemelen daha fazla da verebilir. AB’nin çok yıllık bütçesinin yeniden yapılandırılmasında, Türkiye’nin gelecekte desteklenmesi için ek bir madde olabilir” dedi.
Size iğrenç gelmiyor mu? Türkiye’nin düştüğü durumun farkında olmamız gerekir. Hem siyasi açıdan olduğu kadar ve aynı önemde sosyal, kültürel, demografik ve tabii ki ekonomik. Ülke insanı karnını zor doyurur bir ekonomik durum yaşarken 10 milyondan fazla düzensiz göçmenin veya sığınmacının ülkede yarattığı toplumsal rahatsızlık her geçen büyüyor. Bunu sadece AB’den veya farklı dış kaynaklardan alınan veya alınacak paraya bağlamak da yeterli değil.
Ne isteniyor Türkiye’den? Lozan’a dönüp yok saymak mı? Sevr’i bir şekilde yeniden inşa etmek mi?
Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Bu projede eş başkanlar ne yaparlar?
Tüm bunlar olurken milyonlarca insan yer değiştirir ve bir bilinmezliğe doğru yürür. Ya gittikleri yerdekiler.
Atalarının kanları ile suladıkları topraklarını şimdi birileri ile paylaşmak zorunda kalırken rızası alındı mı? Vatanını paylaştığı misafirinin bir süre sonra kendisini göçe zorlamasını yaşadığında neler hissedecektir.
Pek çok kentimizden bu konuda sesler duyulmakta. Demografik yapı hızla değişmekte. Gelenler yüzde 5.3 doğurganlığa sahipken, memleket insanı yüzde 1.9 ile daha iyi bir yaşam peşinde koşmakta.
Yine bugünlerin en çok konuşulan konularından biri de nitelikli insanlarımız, daha iyi bir yaşam adına, sadece parasal anlamda değil, adaletin ve liyakatın da olduğu hayat için yurt dışına çıkarken, “giderlerse gitsinler” denerek olayı küçümseyen anlayış, zulümden kaçtı deyip misafirimiz dediği düzensiz göçmenleri yok pahasına düşük ücretler ile çalıştırmayı da ihmal etmiyor.
Evet, sorunu çıkaran emperyalistlerin bir hedefi var ve o hedef bizim gitmek istediğimiz bir hedef değil.
Tüm bu halklar bu oyunu görmeli ve bozmalı. Kendi bozulmuş düzenini başkasının düzenini bozarak telafi etmek yerine, herkesin kendi evinde gerekeni yapmaları ve belki bunun için yardımlaşmaları daha doğru değil mi?
Türkiye, kısa denebilecek zamanda 25 milyon metrekare toprağını ve binlerce konutunu yabancılara sattı ve daha fazlasını satmak için pazarlıklar yapmakta. Bu oyunu iyi görüp, sorunun basit bir insani konu olmadığını, içinde insani de olmak üzere bir ülkenin yeniden ve fakat İslami bir cumhuriyet olmak yönünde ve sadece bir ulus değil pek çok etnik ve dini yapıdan oluşmasını sağlayarak iç dengelerin o ülkeyi rekabetçi ve lider ülke olmasının önünü kendine kestirerek zayıf, söyleneni yapar, hep muhtaç olması sağlanarak uslu bir çocuk olmasını mı sağlamak.
İşte bu büyük resmi iyi anlamak gerek. Zaman hızla geçmekte ve geri dönüşü olmayacak noktaya doğru gidilmekte.
Kafamız karıştığında kurucumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne demişse bir kez daha okuyarak o yola dönmek en doğrusu olacaktır. Kutup yıldızını takip etmek gibi. (11.07.2023)