Yılmaz Kaya AYLANÇ –
Sevgili okurlarım, ben 1950’li yılların ortalarında doğmuş, günümüz sol jargonuyla “78’liler” denilen ve kısa zamanda binlerce yıllık yenilikleri ve günümüze dek eski ve yeniyi birden yaşamış ve yaşamakta olan nesle ait bir yurttaşım.
Geçende gençlerin bulunduğu bir yerde yaşadıklarım üzerine şöyle geriye doğru gidince çok kısa zamanda ne kadar farklı bir yaşama geçtiğimiz beni ürküttü.
Nedir diyeceksiniz sizi ürküten?
Anlatmaya yani paylaşmaya çalışacağım.
Ancak sonuç itibariyle iyi bir şey söyleyeceğimi düşünmeyin. Aksine belki sizi de üzeceğim, hem de çok.
İlkokul birinci sınıfı Ankara’da okudum. Okul, evimize sanırım 4 km. civarında bir uzaklığa sahipti. Uzunca bir kısmı kırsal denilebilecek bir yerde ve biz çevre çocuklar bu yolu yürüyerek gider gelirdik. Ailemiz hiç endişe etmezdi, biz de. İlk çıkan çocuk biraz sonra katılan diğer arkadaş ile ve sonra katılanlar ile birlikte 7-8 kişi olur güle oynaya gider gelirdik.
Haftada 6 gün. Sıcakta ve soğukta, yağmurda ve kar altında kimse de mızmızlanmazdı. Ailelerimiz yola düşmez, okulu veya başkalarını aramazdı (zaten telefon evde bile yoktu) ama hiçbir şey de olmazdı ve olmadı da.
Okulda öğretmenlerimize son derece saygı ve sevgi vardı. Öğretmen selamlanır, ona karşı gelinmez, azarlayıp hatta vursa bile sevgisi değişmezdi. Aileye şikayet edilmez, edilse de bir de aileden tokat yenebilirdi. Ailenin de öğretmene saygısı çoktu. Aile okula gideceği zaman üst başa çeki düzen verilir, önler iliklenir ve son derece saygılı olunurdu. Öğretmen de son derece bilgili, temiz giyinen, erkekleri her gün tıraşlı ve kravatlı, kadın öğretmenler de son derece tertipli ve genellikle tayyör denilen kıyafetleri giyer, bazılarının okulda uzun önlükleri olurdu. Toplum da öğretmenlere büyük saygı gösterir, soracağı bir şey varsa akil insan olarak onlara sorarlardı. Kalabalıkta bile öğretmen fark edilir ve toplumdan saygı görürdü.
Şimdi okul bahçesinde kimin öğretmen kimin veli olduğunu anlamak zor hatta imkansız. Saç sakal birbirine karışmış, altta kot, üstte pantolon üstüne sarkmış gömlek. Öğrenciler ile son derece samimi. Hatta öğrenci öğretmenden borç para isteyebiliyor, öğretmen de “önce aldığını vermediği”ni söyleyerek gülüp şakalaşıyorlar. Ama bu son derece laubali gerçekleşiyor. Derste öğretmen yan baktı diye psikolojisi bozuldu savıyla, ertesi günü okula ailenin tamamı yanlarında avukatları ile birlikte gelip müdür odasında öğretmeni çağırtıp öğrenciden özür dilettirilebiliyor.
Müfredata gelince, her geçen gün Atatürk ve ilkelerini nasıl azaltırız, nasıl unuttururuzun peşinde koşan anlayış ile temel bilim dersleri ve insanı insan yapan sosyoloji, felsefe gibi dersleri yok edip, ne kadar din kökenli ders var ise bazısı zorunlu, bazısı seçmeli şekilde öğrenciler geleceğe hazırlanmaya çalışırken, geçmek için okula gitmenin yeterli olduğu ve herkesin geçtiği bir sistem ile ülke geleceğe nasıl sahip çıkabilir gelin siz düşünün.
Oysa bizler milli bayramlarımızı şenlik havasında okullarda ve kentlerde en coşkulu şekilde kutlar, bunlar en güzel anılarımızı oluştururdu. Şimdilerde Milli Bayramlar zoraki kutlanır olmanın yanında, toplumun olabilecek en az kesimi tarafından ve en kısa zamanda kutlanır olması için yoğun çaba sarf edildiğini görmekteyiz.
Bu şekilde Milli Birlik nasıl sağlanacak dersiniz?
Aynı duygu ve düşünce içinde olmayan, Milli güzel bir sonuç alındığında dahi buna karşı olanların olduğu bir ülkede geleceğe güvenle nasıl bakacaksınız.
Benim yaştakiler 23 Nisan bayramlarında rengarenk olan ilkokulları ve bu çocukların doldurduğu stadyumları anımsarlar. Şimdi okul bahçelerine sıkıştırılıp yasak savar cinsinden kutlanır oldu 23 Nisanlar. Ya 19 Mayıs, gençlerin rengarenk ve fiziksel hareketlerinin aylarca provaları yapılıp o gün yaşanan heyecanları asla unutamam. Hepimizin aileleri tribünlerde, heyecan ile göz göze gelindiğinde eller sallanır ve yanındakilere “bak orada işte kırmızılının arkasında” demeyi de ihmal etmezdi annelerimiz. Askeri okulların gösterilerini biz bile kenara oturup saha içinden izlerdik.
Gururluyduk, içimiz içimize sığmayan ve bahsederken yutkunduğumuz ‘Atatürk’ümüz için kimse kötü konuşmazdı. Hele “iki ayyaş” demeye kimse cesaret edemezdi. O, babamız, kurucumuz, liderimiz ATA’mızdı.
Bayrağımız ise, sıradan bir bayrak değil, tüm toplumun saygı duyduğu önümüzden geçerken oturuyorsak ayağa kalktığımız ve yüzümüzü ona döndüğümüz şerefimiz, namusumuz en değerlilerimizdendi.
Ancak bir yerde otururken tanımadığımız bile olsa bir cenaze geçtiğinde de aynı saygı gösterilir, dudaklar kıpırdar, içten dualar edilirdi. Yakında ise ölen evi, radyolar açılmaz, yüksek sesle konuşulmaz ve asla kahkaha atılmazdı. Ezan okunurken yatılmaz, ayak ayak üstüne atılmazdı. Ancak din adamları da sadece camide olur, olur olmaz konularda ve her konuda dini bir yaklaşım sergileme peşinde koşmazlardı. Bu nedenle yurttaşların dine de saygıları vardı.
Çocuklara tecavüz veya taciz edilmez, onlar herkesin çocukları olarak herkes tarafından korunur kollanırdı. Hata yapan çocuk azarlanabilir, hatta kulağı çekilirdi. Babası veya annesi görüldüğünde konu aktarılır, bunun üzerine ebeveynleri tarafından da azarlanırlardı.
Herkes amca veya teyze idi. Kapılar kilitlenmez, çocuklar oynarken yağlı veya salçalı ekmek tüm sokaktaki çocuklar için yapılır verilirdi. Susayan çocuk en yakın evin kapısını çalıp su ister ve içerdi, eğer sokak çeşmesi uzaksa. O zaman ‘mahalle’, ‘mahalleli’ kavramları vardı. Bunlar akraba değil ama en yakın insanlardı.
Akşamları birbirlerini ziyarete gider, özel günlerde birkaç aile birlikte toplanır çay, ikram ve bolca sohbetle birbirlerine destek olurlardı. Şimdilerde üst katında oturanı tanımayan çok aile var.
Bu durumda ülkede birlik ve beraberlik beklemek ne derece gerçekleşir yine size bırakıyorum.
Okullarda aynı önlük ve kıyafetleri giydiğimiz için kimsenin kimseden farkı olmazdı. Bu da sosyal durum farkını ortadan kaldırdığından herkes eşit ve zekaları ve çalışkanlığıyla bir yer bulurdu sınıfta. Sanırım bu da liyakata giden yoldu. Bu durumu değiştirmek için, mülakat veya para vb. konular kimsenin aklına gelmezdi, zaten öyle bir yola sapacak ahlak anlayışı yoktu. Okuyamadıysan işe, okuyorsan Cumhuriyet emrinde.
Her şey olabilirsin; önünde dil, din, mezhep, zenginlik, renk engelin olmazdı.
Yani Suriyeliysen ilaç bedava, Aleviysen Cem evine elektrik paralı, Afganlıysan pasaporta gerek yok, din adamıysan veya iktidar yakınıysan her kapı açık gibi ayrımcılığa gidilmez Cumhurbaşkanı da, Başbakan da olurdun. Profesör olmak için anandan emdiğin süt burnundan gelir, doktor olmak için saçları dökerdin. Şimdi her yerde üniversite, ama hiç biri işe yaramıyor desek yeridir. Birkaç tane adam gibi üniversite de yok edilmek için her şey yapıldı ve yok da edildi. “Kutlarım” (!) …
Peki herkes üniversiteli olunca ne oldu. Ara eleman olmadığından sıkıntılar yaşandı, işsiz milyonlarca üniversite mezunu gencimiz oldu, onlar da marketlerde kasalarda, kurye motorlarının üzerinde çalışır duruma geldiler, ki bunlar iş bulanlardı. Bulamayan koca koca adamlar, kadınlar evde anne babalarıyla oturur oldular.
Toplumun ayarları nasıl mı bozulur, işte böyle!
İlkokul çocuklarının sınıfa girdiklerinde “selamünaleyküm” demeleri arkadaşlarının da “aleykümselam” dediğini duyduğumda Atatürk Cumhuriyetinin yediği darbeyi o an çok acı biçimde hissettim.
Ya büyükler, bakın her kesimde eskiden yanak yanağa yaptığımız selamlaşmayı şimdi koçlar gibi kafa kafaya tok diye vuruyoruz. Nerden çıktı bu selamlaşma.
Eskiden herkes tıraşlı ve kapasitesi oranında temiz kıyafet ile toplum içine çıkılırken, şimdi ne giysen oluyor. Hatta Cumhurbaşkanı şortla tören kıtasını selamlayabiliyor.
Ne var bunda diyebilirsiniz. Ama bence çok şey var bunda. Toplum olarak dönüşüyor ve değerlerimiz değişiyor demek.
Bir toplumu toplum yapan vasıflar değişiyor arkadaşlar.
Dur diyemezsek Atatürk Cumhuriyeti ölüyor demek.
Çağdaş bir geleceğe işaret edilmiş ve oraya doğru yürürken, u dönüşü ile Araplaşma özentiliği tekrar günlük hayata ve devlet yönetiminde referans olmaya başladı demek.
Bunun da bizi götüreceği yerin, iyi ve güzel bir yer olmayacağı kesindir. Neden böyle diyorum, bakın mevcut Arap ve Müslüman ülkelere, oralardan kaçan insanlar diğer Arap ve Müslüman ülkelere değil, Hıristiyan ve Avrupa veya Kuzey Amerika ülkelerine kaçmaya çalışıyor. Hem de canı pahasına!
Ve Mustafa Kemal’in ülkesi Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’da olduğu gibi Araplaştırmaya çalışılan bir süreç yaşanıyor.
Oysa ne güzel başlamıştık.
Sadece radyo vardı, siyah önlüklerimiz vardı, ailece bir arada yemek yenir, oturma odasında birlikte oturulur mısır patlatılır, radyoda “radyo tiyatrosu” dinlenir, “Efekt: Ertuğrul İmer” unutulmazdı.
Sümerbanklarımız, Eti madenlerimiz, şeker ve kağıt fabrikalarımız, Akdeniz, Karadeniz yolcu gemilerimiz, Truva feribotumuz vardı.
Kimse aç değildi, emekli ev alabilirdi.
Her evde Atatürk resmi en güzel köşede veya duvarda asılı olurdu.
Mutluyduk, huzurluyduk, özgürdük, geleceğe umutla bakıyorduk.
Çalışınca oluyordu!
Son darbe diye nitelendirdiğim yeni Anayasa çalışması da bu gidişe tüy dikmek için fırsat kollamakta.
Yani sizin anlayacağınız çok değiştik. İyi yönde değil tabii.
Bundan sonrası ne mi olur?
Bilmem!
Ama siz bilirsiniz, siz nasıl isterseniz öyle olacak. Umarım yine iyi olur, güzel olur… (19.09.2023)
1 Yorum
Yerden göğe kadar haklısın üstadım,68 kuşağı yazının altına imzasını atar, günümüze gelince malesef kara bulutlar üzerimizde gittikçe yoğunlaşıyor ve son doluyu askeri anayasa (darbe anayasası)diyerek halkın ve muhalefetin tepesine yağdıracak. Zamanında gereği yapılmadığına sonuçları çekilmez hale gelir.Bundan sonrası hiç iyi olmaz, inşallah yanılırım.