BAKTIKÇA … – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR –
Birinci tez: Tarih yolculuğunda kılavuzlarınızı doğru seçemezseniz başınıza gelecekler bellidir. Bir düşünün. Burnunuzun başına gelenler hep bu yüzden değil midir? Yani işin içinde, bildik deyimimizden hareketle, ille de kılavuz kargalar vardır.
İkinci tez: Oysa ‘köy görünmekte’dir. Yani; yine bilinen deyimimize göre, kılavuz gerekmemektedir …
Ama buna rağmen yanlış kılavuzlarda ısrar edilebilmektedir. Dolayısıyla, örneğin, yaşam koşullarında zerre kadar iyileştirme sağlanmaksızın inim inim inleyen geniş emekli ahalinin gözünün içine içine bakılarak, bu yıl ‘Emekli Yılı’ ilan edilebilmektedir …
…
Aile albümümüzden bir fotoğraf.
1970’li yılların ortalarına ait olan bu fotoğrafta sevgili annem, babam ve teyzemle birlikte bir de, yaşamımıza o sıralar katılan sevgili korkuluğumuz var.
O korkuluğu babam, Sümerbank Halkapınar Mensucat fabrikasının atölyelerinin de katkılarıyla kazandırmıştı hayatımıza. Gözlerini, dudaklarını, yanaklarını ve de kulaklarını ben boyamıştım. Gözüne bir de güneş gözlüğü takmıştı babam; “Güneşin altında işi zaten yeterince zor, hiç olmazsa güneş gözlüğü olsun da görevini göz sağlığı bozulmadan yapsın” esprisi eşliğinde … Üstündeki kalın mavi renkli kumaştan gömlek-ceketi, Sümerbank’ın atölye işçilerine verdiği eski iş elbiseleri, pantolon ve şapkası da babamın eskileri arasından bulup buluşturup bir güzel giydirmiştik onu.
Korkuluğumuzun sağ eli, omuz hizasında havaya kalkık ve “Hemşerim na’pıyosunuz orada, hadi uçun-uzaklaşın oradan” dayılanması ile ‘korkuluk görevi’ne çok uygundu. İki eli iki yana açık bildik korkuluk duruşunun dışındaki bu görüntüsü, gelen geçenin ona selam vermesine bile neden oluyordu:
“Kolay gelsin Hayati bey …”
Özellikle o yıllarda atın eşeğin katırın yerini hızla almaya başlayıp yaygınlaşan mobiletleriyle geçen köylü komşularımız ille de düdüklerini çalıp geçer olmuşlardı.
Boynundaki poşu da ona tam bir tarım emekçisi görüntüsü veriyordu. Babam da zaten domates-biber-patlıcan-kabak-acur-salatalık-karpuz-kavun yetiştirmeyi personel tahakkuk memurluğundan daha çok seviyordu. Mesaisi bitip de eve vardığında üstünde memuriyet mecburiyeti ne kadar giysi unsuru varsa, tümünden şaşılası bir hızla kurtarıyordu kendini. Eski pantolonlar, gömlekler, hasır bir kasket … “Dünyanın en güzel işi bahçede olmak” derdi. Memleket meselelerine devrimci ilgilerim nedeniyle sık sık gözaltına alınıp tutuklandığım o dönem bana da patlıcan yetiştirmemi tavsiye ederdi sık sık şakayla karışık. 12 Eylül 1980 tarihiyle anılan karanlık döneme babamın tavsiyelerini değerlendiremeden yakalandığımı, ama 90’lardan itibaren yeterli-verimli ölçüde patlıcan üretmiş olduğumu da özellikle Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ndeki tüm dönem arkadaşlarımın bilmesini isterim.
Neyse, ben yine korkuluğumuza getireyim sözü … Sevgili korkuluğumuzun, kendine özgü meydan okuyan duruşuyla o yıllarda Gülbahçe’de yoğun olarak bulunan kargalar ve özellikle de saksağanlar için ne denli bir tehdit unsuru olduğunu, oluşturduğunu varın siz düşünün … Saksağan ve kargalar aralarında, “Denizin kıyısındaki bahçede bir adam var, sakın oraya yaklaşmayın, çok tehlikeli olabilir!” diye konuşuyor, martılar da onlara kulak misafiri oluyorlardı mutlaka. Bundan adım gibi eminim. Çünkü yaz tatillerinde, karşı komşumuz Muammer amcanın karpuz-kavun bostanında ağabeyim Kenan ve Muammer amcanın oğlu Ahmet’le birlikte az teneke çalmadıydık. Tenekelere her vuruşumuzda bostana iniş yapmak üzere olan onlarca karga ve saksağanın nasıl yükselip uzaklaştığı gözlerimin önünde. Yani çoktular ve sevgili korkuluğumuz sayesinde bahçemizin üstünde görünmez olmuşlardı … Korkuluk bunu başarmıştı.
Meselenin bir başka boyutu da şu: Güneşin karpuzların kavunların üzerine üzerine indiği ve onları hamur gibi yumuşattığı saatlerde, kargaların, saksağanların gagalarını onlardan uzak tutmak, ülkemiz tarımsal üretiminde olmazsa olmaz bir öneme sahiptir. Hiç gevşeklik etmeden, altında oturduğumuz zeytinin gölgesinde önümüzdeki tenekelere ellerimizdeki dalları vura vura önemli bir iş görmenin yanı sıra kendimizi müziğin dünyasına bile dahil edebiliyorduk. Kendimizce uydurduğumuz ritimlerle coşup ülke tarımına katkıda bulunuyorduk. Elbette bir mücadele yöntemi de, toprağa dallar sokuşturup üzerlerine ince ince kesilmiş rengarenk kumaş parçaları bağlanmasıydı. Tarlalarda rüzgar, rengarenk bir hareketlilikle ayaklanınca ortada ne karga kalıyordu ne saksağan …
Tam bu noktada bir saptama yapmalıyım: Korkuluğumuz, Gülbahçe Köyü’nün tarihine bu bakımdan ‘adam gibi ilk korkuluk’ olarak geçmiştir. “Ölümü”nden sonra benzer bir başka örnek var mıdır bilmiyorum … 2005’te yanına ‘yarı’mı alıp giden Babam ve 2021’de çocukluğumun yarısını yanında götüren Annemden çok öncedir onun “ölümü” … Çocukluğumun diğer yarısını büyük bir ustalıkla yaşatmayı sürdürdüğüm Sevgili Özdel Teyzem ise halâ o günkü gibi gülümseyerek hatırlıyor onu …
…
Korkuluk mevzusu da nereden çıktı denirse: Sunay Akın’ın Ayçöreği ve Denizyıldızı adlı kitabındaki “Mitingdeki Korkuluk” başlıklı yazısından … ‘Emekli Yılı’ trajedisi ise tamamen tesadüf. Yazıda; Rıfat Ilgaz’ın “Hepiniz bir şeyler yapabilirsiniz, yapmalısınız” çağrısının en güzel ifade edildiği “Aydın mısın” şiirinin son bölümüne rastlayınca, ailemizin korkuluğuyla siz sevgili okur-yazarlarımı tanıştırasım geldi … (Ilgaz’ın 1968 yılına tarihlenen o güzelim şiirini yandaki sütunlarda paylaşıyorum siz sevgili okur-yazarlarımla …)
…
Sunay Akın’ın, ‘Mitingdeki korkuluk’ yazısından kısa bir aktarmayla sürdüreyim:
… 13 Nisan 1997 tarihinde İstanbul’da düzenlenen “Demokratik Türkiye” mitingine katılanlar, aralarında bir korkuluğun olduğunu görünce oldukça şaşırırlar. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğünü savunanların coplandığı, işkence gördüğü bir ülkede mitinge katılmaktan korkmayan korkuluk, bir de konuşma yapar kürsüden:
“Beni, hepiniz tanıyorsunuz. Tarlalarda boy gösteririm. Ama bugün ilk kez bir miting alanında, demokratik bir ülke isteyen emekçilerle birlikteyim. Beni görmeye alıştığınız yerin uzağında değilim aslında. Tarlalarda, insanların alın terlerini korurum sömürgecilere karşı. Yani, ben, hep emeğin yanında, emekçilerin arasında olmuşum. Bugün de doğru yerde, sömürüye karşı olan insanların arasındayım. Cansız, yüreksiz sanmayın sakın beni. Emekten yana olmak yaşamı savunmak demektir ve de mangal gibi yürek ister. İki kolumu iki yana açışımdan emek düşmanları korksunlar. Ama sizler, bugün bu alanı dolduranlar, sevgiyi, barışı, kardeşliği kucaklamak için yıllardır böyle beklediğimi çok iyi biliyorsunuz! …”
…
Tarihimizde ‘korkulukların rolü ve önemi’ üzerine bir iki cümle daha eklemeliyim.
Sevgili emekliler ve dahi emekçiler, kendi iktidarlarını kurabilmek için ‘görünen köy’e doğru yürüyüşlerini çok daha büyük bir özgüven ve kararlılıklarla sürdürmelidirler.
Elbette şu da unutulmamalıdır ki, kötü kılavuzların bu tarihsel yürüyüşü etkisizleştirmemesi, hedeften uzaklaştırmaması için korkuluklar da hep bizimle omuz omuza olacaklardır.
Aydın mısın?*
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada,
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun?
Kaldır başını kan uykulardan,
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun.
Ses ol ışık ol yumruk ol,
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol.
Tam çağı işe başlamanın doğan günle,
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik.
Utanma, suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol.
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış,
Tel örgüler çevirmiş yöreni,
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende,
Benden geçti mi demek istiyorsun,
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol.
(1968)
* Karakılçık adlı şiir kitabından (1969), Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)