BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
“Vikipedi”den bir aktarma ile başlamak istiyorum bugün:
“Mücbir sebep, hukukta görevin, taahhüdün ve sorumluluğun yerine getirilmesine engel teşkil edebilecek nitelikte bulunan ölüm, iflas, hastalık, tutukluluk ve buna benzer hallerdir. ‘Mücbir sebep’ kavramı hukukun temel kavramlarından biridir.”
Peşinizde vahşi-yırtıcı bir hayvan olduğunu düşünün. Can havliyle kaçıyor canınızı kurtarmaya çalışıyorsunuz. O sırada gözünüze az ilerde bir bağ-dağ evi ilişiyor. Olabildiğince hızlanıp eve ulaşıyor, evin kapısını bir omuz darbesiyle açıp içeri giriyor ve canınızı kurtarıyorsunuz. Anlatmaya çalıştığım böylesi bir tablo, -evin içinde birileri olsa da olmasa da- hukuk kitaplarında ‘mücbir sebep’ kavramına örnek olay olarak yer alır.
Bu şartlarda o eve girmiş olmak yaşanan ‘zorunluluk’tan ötürü haneye tecavüz olarak görülmüyor!
İşte ‘mücbir sebep’ böyle bir şeydir.
Bu kavramı, bugünlerde çok sık duymaya başladık.
Örneğin, SGK, koronavirüs salgınıyla mücadele koşullarını ‘mücbir sebep’ olarak tanımlayıp Mart, Nisan ve Mayıs 2020 aylarına ait prim ödemelerini Kasım ve Aralık 2020 tarihlerine ve herhangi bir gecikme işlemi yapılmaksızın ötelemiş …
Bu ‘girizgâh’ böylece kenarda dursun … Sona doğru yararlanmak istiyorum ondan …
…
AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, koronavirüs salgını ile mücadele kapsamında başlatılan “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” adı verilen bağış kampanyasını anlamlandırmak için 1921 yılı Ağustos ayında Mustafa Kemal tarafından hazırlanan Tekâlifi Milliye Emirleri’ni anımsatınca yeni bir tartışma başladı. Bu tartışmaya ilişkin birkaç aktarmayla sürdürüyorum.
Sinan Meydan:
“Tekalifi Milliye, devletin halktan istediği karşılıksız bağış değildi. Başkomutan Atatürk, 7-8 Ağustos 1921’de ‘Bedeli sonradan ödenecektir’ diyerek halktan zorunlu yardım topladı.12 Nisan 1923 tarihli ve 328 sayılı kanunla 6.003.663 TL olan Tekalifi Milliye borçları halka ödendi.”
Kemal Kılıçdaroğlu:
“Yıl 1921, ülke uçurumun kenarında işgal altındadır. Sakarya Savaşı öncesinde 7-8 Ağustos 1921’de ‘Tekalifi Milliye Emirleri’ çıkarılır, yani Milli Vergi Emirleri… Mustafa Kemal, alınan yardımlar için ‘Bedeli zaferden sonra ödenecektir’ der. Kimden ne kadar yardım alındığı Tekalifi Milliye Komisyonları tarafından kayıt altına alınır. Milli Mücadele kazanılır, bağımsızlık ilan edilir ve 12 Nisan 1923’te çıkarılan kanunla, toplanan yardımların değeri olan 6 milyon 3 bin 663 lira yardımı yapanlara geri ödenir. Açılan bağış kampanyasına Tekalifi Milliye Emirleri’ni örnek vermek, Türkiye Cumhuriyeti tarihini bilmemenin sonucudur.”
Meral Akşener:
“Vatandaş, devletini yanında görmek istiyor, devletine ihtiyaç duyuyor. Devleti yönetiyorsan bunun gereğini yerine getireceksin. Böyle zamanlarda devlet adamının aklına konut kredisi limitini artırmak, uçak biletinin KDV’sini düşürmek, Kanal İstanbul ihalesi yapmak gelmez. Devlet adamlığı, yaraya çare olmaktır. Çıkarsın, ‘Aile başına şu kadar yardım yapıyorum’ dersin. Ya da dönersin vatandaşına, ‘Benim param yok ey milletim, sizden borç istiyorum’ dersin. Tekalifi Milliye böyle olur. Kaldı ki Sayın Erdoğan’ın bahsettiği Tekalifi Milliye, ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak için yola çıkmış o kahramanların milletten talebiydi.”
Ahmet Davutoğlu:
“Bugün bu benzetme hem yanlış hem tehlikelidir. Tekalifi Milliye emirleri, kaynakları tükenmiş bir milletin son kaynaklarını kullanmak için seferber edilmesidir. 2002’den bugüne istikrar döneminin sonu Tekalifi Milliye ile bitmemeli. Tekalifi Milliye’nin gündeme getirilmesi yanlıştır. Güven duygusunu yok eder. Tasarruf emniyetini yok eder. Finansal sisteme olan güveni sarsar. Hiç kimse tereddüt etmesin. Türkiye Cumhuriyeti bunu aşar. Bu teklif uluslararası itibarı sarsar. Gerek yok hamasete. Yapılması gereken halka güven vermektir.”
Özgür Özel:
“Günü geliyor cumhuriyetin kurucu kadrolarına sövüyor, günü geliyor cumhuriyetin kurucu kadrolarından örnekler veriyor. Koronavirüsle mücadelenin Kurtuluş Savaşı kadar büyük bir mücadele olduğunu söylüyor. Yaratmaya çalıştığın algı buysa açık söyle. Tam takır kuru bakır bir kasaya yakalandık diye vatandaşın IBAN’ını toplayıp para yollayacağımıza vatandaşa IBAN yollayan bir süreçte, dönüp dönüp bu emirleri okuyor.”
Abdülkadir Selvi:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atatürk’ün Tekalif-i Milliye emirlerini hatırlatması ise çarpıtıldı. ‘Devlet, bankalardaki mevduata el mi koyacak’ şeklinde tehlikeli bir noktaya taşındı. Ekonomi güven üzerine yürür. Böyle bir dönemde halkı paniğe sevk edecek çarpıtmalara ne gerek var?
Bir yandan da Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından Erdoğan’ın neden Tekalif-i Milliye emirlerini gündeme getirdiğini soruşturdum. Cumhurbaşkanı, Atatürk’ten referans vererek milletin milli duygularına hitap etmeyi tercih etmiş. Yoksa mevduatla, milletin mal varlığıyla ilgili bir hesap kitap yok. Bir de CHP’yi Atatürk’le vurma stratejisi. Hatırlarsanız CHP Libya tezkeresine karşı çıkınca Erdoğan, Atatürk’ün Libya’da verdiği mücadeleyi hatırlatmıştı.”
Doğu Perinçek:
“Bu bakımdan da Tekalif-i Milliye ile ilgili yapılan eleştiriler de son derece yersiz. Bugün karşılaştığımız tehdide ancak devrimci yanıtlar verebiliriz. Başka çaresi yok. Tarihsel olarak da Mustafa Kemal Atatürk’ün o devrimci tavrı, yani halkın fedakarlığına dayanan, halkın vericiliğine dayanan çözüm Türkiye’nin gündemindedir. Yoksa devletin böyle bol keseden dağıttığı bir çözüm hayalîdir, gerçekçi değildir, mümkün değildir. Çünkü devletin kaynak yaratması lazım. Devlet de kaynağı nereden yaratacak, sonuç itibariyle Türkiye’nin birikimi içerisindeki tasarruf oranını arttırarak ve bunu yatırıma yönelterek başaracak.”
Fuat Oktay:
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında Kurtuluş Savaşı döneminde 1921’de çıkarılan Tekalif-i Milliye Emirleri’nden bahsetmesinin ardından başlayan tartışmalara ilişkin konuştu ve verilen örnekle oluşan yaygın algı arasındaki köprüyü kurabilip “Millî yükümlülük çalışmamız yok, ek gelir toplamayacağız” açıklaması yaptı.
Özet
Yardımcısının ‘yok öyle bir şey’ demesine, Cumhurbaşkanlığı kaynaklarına en yakın gazeteci olarak Abdülkadir Selvi’ninse “Atatürk’ten referans vererek milletin milli duygularına hitap etmeyi tercih etmiş. Yoksa mevduatla, milletin mal varlığıyla ilgili bir hesap kitap yok. Bir de CHP’yi Atatürk’le vurma stratejisi” diye yazmasına rağmen sadece ve sadece Doğu Perinçek, verilen bu ‘örneği’, tam da Fatih Portakal hakkında yapılan ‘suç duyurusu’na gerekçe gösterilen “mı acaba” sorusuna “Evet, yapılması gereken tam da odur!” diye kutsayan sözler söyledi ve ‘Tekalifi Milliye’den bahsedilmesini “devrimci bir tavır” olarak yorumladı … Çok fazla söze gerek var mı?
Aslına bakarsanız AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, -bence de- ortada herhangi bir suç olmamasına rağmen Fatih Portakal hakkında suç duyurusunda bulunmakla Doğu Perinçek’in yorumunun ‘yok hükmü’nde olduğunu göstermiş oldu. Bu durum, yani Erdoğan’ın Fatih Portakal hakkındaki suç duyurusu, yıllardır ‘Gazetecilik yapmak suç değildir’ diyenlerin tepkilerine yol açmasının yanı sıra Perinçek’in de tepkisine neden olmalıdır(!?)
Yapılması gereken
Bence: Sayın Oktay, her ne kadar Sayın Cumhurbaşkanına bu konuda yardımcı olmaya çalışmışsa da, 1921 ile 2020 koşulları ve kıyaslarından ve her şeyden önce de ‘niyetlerinizden’ hareketle, verilen örneğin uygun olmadığı ve dolayısıyla yanlış anlamalara yol açtığı şeklinde bir ek açıklamanın yapılması doğru olacaktır.
Benzer bir durumu daha önce de yaşamıştık.
Abdülkadir Selvi de anımsatmış: Meclis’te bu yılın başında Libya’ya asker gönderme tezkeresi üzerine yapılan görüşmelerde muhalefet temsilcilerinin “Libya’daki iç savaşta taraf olmayalım, diplomatik çözümden yana olalım ve bu alanda aktif görev alalım” söylemleriyle uyumlu “Askerlerimizin Libya’da ne işi var? sorularını “Atatürk de bir zamanlar ordaydı!” diye yanıtlamıştı AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan … Oysa Mustafa Kemal’in ilki 1908 ve ikincisi ise 1911 yıllarında iki kez Libya’da bulunmasına neden olan tarihsel koşullar o kadar farklıymış ki …
Öncelikle şu açık gerçeği, tarih içinde yolumuzu kaybetmemek için asla unutmamalıyız:
Her tarihsel olay, meydana geldiği, yaşandığı tarihsel koşullar içinde anlam taşır, değer kazanır ve dolayısıyla kendi özgünlüğü içinde değerlendirilebilir. Aksi durumda, çok farklı koşullarda meydana gelmiş tarihsel olayların sonuçlarından hareketle aynı olduğunu öne sürerek, bunu tarih içinde atmak istediğiniz adımlar için ‘gerekçe’ olarak kullanmaya kalkmakla bir tarihsel bilgi üretmiş değil olsa olsa bir tür ‘tarih çorbası’ yapmış olursunuz.
…
Bir kere daha: “Gazetecilik suç değildir!” Ve bir de: “Gazetecilere özgürlük!”
Bu yazımın da sonuna doğru yaklaşırken yinelemek istediğim birkaç konu var.
Vatandaşın dertlerine, hislerine, taleplerine tercüman olma anlamında sorular sorarak bunları dile-gündeme getirmek ne AK Parti Genel Başkanı ne de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret olarak görülemez.
Gazetecilere; (siyasetçilerin, siyasete girişte baştan kabul ettikleri varsayılan ‘sert-ağır eleştirilerin kabûlü’ eksenli bir hak olarak) halkın gerçekler hakkında haberli kılınması anlamında, olup bitenin görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen yanları-yönleri hakkında kapsamlı yorumlar yapma, ilgili-yetkili kişi ve kurumlara rahatsız edici sorular yöneltme, ortalıkta dolanan tüm iddiaları dile getirme, ifade ve düşünce özgürlüğü sınırlarının en uç noktalarında, ‘hakaret mayını’na basmaksızın dikkatle, ustaca dolaşabilmeleri için tüm koşullar (kolaylıklar) sağlanmalıdır.
İktidar sahiplerinin, gazetecilerin, örneğin “Deprem vergisiyle toplanan paraları nereye harcadınız?” ya da “An itibariyle işsizlik fonunda kaç para kalmış durumda?” gibi çok yerinde sorularını, kendilerine karşı bir ‘kalkışma’ gibi görmemeleri, ötesi her yere ‘hakaret mayını’ döşeyip alanı yürünemez hale getirmemeleri gerekir. Gazetecinin sorduğu soracağı soru her ne ise sormalı, ona haksız “vatan haini”, “birilerinin adamı”, “terörist” muamelesi yapılmamalıdır. Ülkemizde ne üzücü ki ‘hakaret’ ya da en genel anlamda ‘kötü niyet’ eşiği tümüyle ortadan kalkmış, gazetecileri ‘kovuşturma-soruşturma’ ve giderek ‘suçlama’ hiçbir dönemde bugünkü kadar kolaylaşmamıştır.
Sevgili iktidar sahipleri: Gazeteciler size karşı savaş açmış falan değil! Gazeteciler ‘kahramanlık’ yapmak istemiyor, sadece ve sadece ‘gazetecilik’ yapmak istiyor.
Elbette size ‘basın danışmanlığı’ ve ‘iktidar bülteni’ yayıncılığı yapanların cumhuriyet tarihinde görülmedik seviyeye (ya da seviyesizliğe) ulaşmış olduğu da bir başka gerçektir. Ama bırakın, gazeteciler ‘4. Kuvvet’ olmaya devam etsin. Bu, gazetecileri değil, ülkemizi, demokrasimizi kuvvetlendirecektir.
Bir öneri
Size; kendinizi kötü hissettirecek sorularla karşılaşmamak için ‘sorulacak ve sorulmayacak soru listeleri’ hazırlamak, sorulmasını istemediğiniz soruları sorma ihtimali olan gazetecileri yanınıza yaklaştırmamak gibi tedbirler almak ve soruyu durduramadığınız takdirde de dava konusu etmek yerine daha iyi bir çıkış yolu önerim var: Bütün sorulara açık olmak!
O sorulardan bazılarına vereceğiniz yanıtlarda diyelim ki kamuoyunu rahatsız edebileceği düşünülen bazı durumlar söz konusu ise, yanıtınızı -varsa- ‘mücbir sebepler’ arabaşlığı altında bir izahatla zenginleştirmeniz yararlı olabilir diye düşünüyorum. Elbette o ‘mücbir sebep’ ne ise onu da kamuoyu ile paylaşmak koşuluyla … Bu millet, ‘mucbir sebep’ten yani ‘hâl’den anlamayacak bir millet değildir.
Çünkü ‘bütün sorulara açık olmak’, nefes darlığı yaşatılan demokrasimize, gelişerek yaşama şansı yaratabilir.
Elbette ‘mücbir sebep’ açıklamalarının da kamuoyu vicdanında ikna edici karşılıklar bulması gerekiyor.
Bu olamazsa, yaşıtlarına göre bir türlü yeterli gelişkinliğe ulaşamayan demokrasimiz, gerçek anlamda bir demokrasi olmaktan çıkacak, başka türlü bir şey olacaktır.
Sonsöz
İşbu sebeplerle: Gazetecilere özgürlük!