Mİnci GÜRBÜZATİK / Roman / Bence Kitap / Nisan 2016 / 367 sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR –
İnci Gürbüzatik 1947 yılında Antakya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdi. Üniversite eğitiminin ardından TRT’nin açtığı prodüktörlük sınavını kazanıp Ankara Radyosunda Prodüktör olarak göreve başladı. Gençliğe İlk Adım, Günaydın, Günden Güne, Çocuk Saati, Sabahtan Sabaha, Gecenin İçinden gibi çeşitli programların yapım ve yayınını gerçekleştirdi. 1989 yılında TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğüne prodüktör olarak atandı. Burada da çok sayıda senaryo, eğitici kısa dramalar yazıp pek çok yayının yapımını gerçekleştirdi.
Öyküleri; Düşler Öyküler, Adam Öykü, Varlık, Üçüncü Öyküler, Edebiyat ve Eleştiri, Lacivert, Afrodisyas, Bodrum Bülten, Aykırı Sanat, Özgür Pencere ile Ardıçkuşu adlı dergilerde ve internette çeşitli E-edebiyat sitelerinde yayımlandı.
2002 yılında emekliye ayrılıp Bodrum’a yerleşti. Halen senaryo çalışmalarının yanı sıra öyküler ve Bodrum Bülten’de köşe yazıları yazmakta. Çağdaş Drama Derneği’nde ‘Drama Eğitmeni’ olarak aktif çalışmakta. Sürekli Sarı Basın Kartı sahibi. Evli ve iki çocuk annesi.
Roman: Misket (2009), Deve Boku Savaşları (2018)
Öykü: İki Çırpı Kiraz Kız (1999), Aşk Kaldığı Yerden (2008)
Çocuk Kitabı: Bodrum’u masal tadında anlatan “Binbir Masal Bir Kale” (2019)
“Bir yazar, yazarken nelere dikkat etmeli?”
Haber Curcuna internet sitesinde Onur Sancak’ın yazar ile yaptığı “Ben de piyasa yazarı değilim” başlıklı röportajında “Bir yazar, yazarken nelere dikkat etmeli?” sorusunu İnci Gürbüzatik şöyle cevaplıyor:
“Yazar muhaliftir. Uzlaşmacı değildir. Çağının çocuğudur. Görünenin ardındaki gerçeği görmesi gerekendir, sanatçıdır. Tanıktır. Görüp izlediklerini eserlerinde estetikle yansıtması gerektiğini bilmeli, yazdıklarıyla tarihe not düşmeli. Öncelikle, anlatacağım konu anlatılmaya değer mi sorusunu sormalıdır.
Yazar yol ayrımında artık, ya sabun köpüğü yazacak çok okunup tanınacak, çok para kazanacak ya da çağa not düşüp yayınevi yayınevi dolaşıp kitabını bastırmak, sonra da duyurmak ve okutmak için debelenecek. Hangisi? Tanınmaya karar verenleri görüyoruz. Diğerleri görünmediğinden okunmuyor, sıradan okur tarafından okunamıyor zaten. Zaman ölçüdür. Edebiyatın çöplüğüne kim gidecek? Bekleyip göreceğiz.
Herkes yazıyor artık. Ne güzel! Yazsın…
Herkes yazsın ama yine de bazıları keşke yazmasa. Onlar o kadar kötü yazmasa, okurlarını yazma konusunda yüreklendirmese. ‘Yazmak buysa, ben bunun yazdığından daha güzel yazarım’ dedirtmese okuruna. Ortalık sahte isimler, hayalet yazarlar, yazdığını sananlardan geçilmiyor. Raf ömürlü ürünler gibi artık onların edebiyat olarak tanımladıkları ‘şey kitaplar’, ‘mallar’ market raflarında son kullanma tarihleri geçtiğinde edebiyatın çöplüğüne gitmeyi bekliyor.
Yazar sabırlı, çalışkan olmalı, artık bir – iki ayda roman yazan, çevresinde yazacaklarını merakla bekleyen müthiş yetenekli yazarlar ve onların okurları var.
Bu anlatacağım konuyu ben dil bilgimle yazabilir miyim sorusunu soracak öncelikle. Yazdığı dilde yetkin olmak zorunda. Bozuk cümlelerle yazılmış, edebi değerden yoksun içerikli kitaplar dağlar gibi yığılı. Dil yok ki, anlatım olsun. Yazar cümle kuramıyor, sözcüklerin anlamını bilmiyor.
Dil üstünde çalışmıyor.”
İnci Gürbüzatik çocukluğunun geçtiği eski Ankara’nın Tayyare Sokak, Tezveren, Milli Müdafaa mahallesini gezerken hatırladığı anılarından yola çıkarak yazmış romanını …
“Ben kimdim ki?
‘İşte bu ev’ dedim.
‘Benim altı aylıkken gelip de sekiz-dokuz yaşlarıma kadar yaşadığım ev, işte bu ev. Ben bu evde ölmedim.’ Buralara yabancıydı kızım. Hem de öyle yabancı ki.
Kızımın o kapının önünde ani bir darbe almış gibi sarsıldığını anımsıyorum.
‘Ama nasıl olur, sen bu evde nasıl yaşamış olursun?’ der gibi bakıyordu. ‘Burası bir ev olamaz, burası bir in…’ Sızdım o eve. Sızım sızım sızdım.
‘Haklısın’ dedim gururla. ‘Ama ülkemiz de yoksuldu.’
Kızım haklıydı şimdiki zamanda. Ama tarihin, zamanın acımasız yüzünü, geçmişi, orada yaşananları bilmediği için miş’li geçmiş zamanda haklı değildi. Yine de kapının öte yanını, içeriyi, o izbe Kafkaesk (tehdit edici ya da korkutucu) avluyu görmese iyi olurdu. Bu kadarını görmek, onun için yeter de artardı bile.
Orası eskiden güzel bir evdi. Aileler yaşardı. Sözgelişi Tayyareci Alaaddin Bey, karısı Nermin Hanım ve üç çocuğuyla üst katımızdaydılar. Onların karşı köşesinde Aysel Ablalar yaşardı. Onu anımsadığımda boğazım düğümlendi.
Yürüdük… Menekşe Teyze’nin yanıbaşımızdaki evi ironik bir biçimde menekşe rengine boyalıydı. Onu unuttuysam hatırlamam için olmalıydı. Bu evi kim böyle boyadıysa minnet duydum. Tayyare Sokak tamamen boşaltılmış, birkaç ev yıkılıp çökmüş, istila edilmiş üç duvarlı arsalar oluşmuştu. Karşı köşede Artin’lerin ev vardı. Sokağın ucundaki evde bir madam otururdu. Görüp de konuştuğum insanlar artık buralarda sık sık yangın çıktığını, evlerin tek tek yandığını söylüyordu.
Gazoz Fabrikası dediğimiz küçücük iki katlı evi gördüm köşede. Anımsadım her şeyi ama neden fabrika diyordum? Komikti tabii. Güldü Gamze, inanmadı. Gözündeki fabrikalarla karşılaştırmış olmalı. Ama o iki katlı evin altında gazoz imalathanesi vardı. ‘O zamanın fabrikası böyleydi.’ Sahibini, intihar eden karısını, annelerinin yok oluşuyla, masalları başlayan iki küçük kız çocuğunu anımsadım. Onlar için de içim burkuldu.
O gün orada kimi andıysam hüzün, hep hüzün, hep elem, hep yas vardı.
Anılarımın dağılıp gitmesinden korkuyordum. Toparlayamıyor, birinden diğerine oradan bir başkasına atlıyordum. Bir anın bütünlüğü içinde dolanırken birden ilgisiz bir zaman, kişi ve yeri anımsayıveriyordum. Akışı bozmamak için direniyor, çoğu kez de yeniliyordum.
‘Yaz’ dedi kızım. ‘Yaz anne. Yazık olmuş buralara. Lütfen yaz.’
Bu öyle zordu ki. Güldüm.” (Sayfa 20-21)
…
“Bu sokaklarda, bu mahallelerde yıllarca yaşamış sonra da çıkıp gitmiştim. Vaktiyle sığdığım, çocukluğumun ilk avlusuna, o odaya, evlere, takunyalarımı tıkırdattığım, ayaklarımı okşayan o taşlı topraklı sokaklar ağına, o mahallelere bu kez sığamadım ben. Artık yönsüz değildim. Yürüdüm. Korkuyu içimden kovdum ama cesaretimi de yitirdim. Misketlerimin gıcırtısını duymak istedim son kez. Cebimden çıkarttıklarım çocukken oynadığım, topraktan yapılma gerçek bilyelerimdi. Cam değil, lâldiler. Şaşırdım. Onların parmaklarımın arasında sessizce dağıldıklarını, birdenbire un ufak olduklarını duyumsadım. Avucumu okşayan o küçük küreler yuvarlılarını tek tek yitirip boz bir mile dönüştüler. Sımsıkı tutmaya çalıştığım bilyelerimin külü henüz sıcaktı, yanan avucumu açıp yele savurdum. Toprak toprağa, anılar geçmişime karıştı.” (Sayfa 350-351)