BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
Günlük yaşamımızda, gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda, ülkemizin yakın geçmişi ile yakın geleceğimize ilişkin olası gelişmeler arasında siyaseten birçok değerli-değersiz değerlendirmeye rastlıyoruz. Bunları ‘oturduğumuz yerde’ izlemekten ibaret bir pratiğin tarih yazıcıları için bir olgu niteliği kazanamayacağı kesin. Dolayısıyla kitlesel olarak ‘geldik gidiyoruz’ döngüsü içinde kaybolup gidiyoruz yine ve yine … Bu da ne yazık ki sevgili iradelerimiz bakımından kesintisiz olarak ve berbat bir ‘tarih dışılık hali’ yaratıyor. Ülkemiz tarihi ise, iradelerine yeterince karşı durulamayanlarca hiç de olmasını istemediğimiz bir yönde-rotada yol almayı sürdürüyor. Kısa yaşam öykülerimizde yaşadıklarımızdan aklımızda kalanlara bakılırsa, ‘sanki hepsi şimdi’ki gibi değil mi yaşadıklarımız hep … Sanki hep böyleymiş gibi tarih içindeki hallerimiz … Bu verilerle herhangi bir tarihsel olgu yaratabilip tarihçilerin dikkatini nasıl çekebileceğimize ilişkin bir ufka taşımak istiyorum gündemi … İlgilenirseniz …
Bu tablonun, bir tür ‘tarih felsefesi’ gereksinimi oluşturduğunu düşünüyor ve ‘tarih-zaman’ üzerine, karalamasını yaklaşık 30 yıl önce yaptığım bir ‘deneme’ ile selamlıyorum bu hafta sizleri … Tarih felsefesi üzerine okumalarımda aldığım notları da bugünden itibaren paylaşmaya başlıyorum … İlgilerinize …
“Geçmiş” nasıl bir yer?
Ya da, diyelim biriyse eğer, ne yer ne içer, yani nasıl biridir?
Nereden gelip ne yöne gider, nereye?
Yoksa tam da yerli yerinde kazık gibi çakılı mı durur?
Biter mi yoksa?
Bi terslik olsa-olmasa ‘geçmiş’ olmayıverir de sürüp gider mi?
“Geçmiş” yenir mi ya da içilir mi?
…
Çocukken hafiften bir deprem sarsmasıyla uyku içinde sarsıntıya yakalanıp da fırlayıp arka balkona çıkıverdiğim gece! Nereye koyduydum onu? Şuralarda bir yerde miydi ne? Nereye? Nerede!
…
“Hatırlamıyorum”un tüm ağırlığını hep “geçmiş”e mi yükler unutmak? Unutmak şimdinin sorunu mu? Unutmak ne zaman? Ne zamandan beri?
Var mı?
…
Herkeslerin bir ‘bu dönem’i var! Bir de ‘geçmiş zaman dilimleri’ …
Okullar, çakıllar, köpükler sahil …
Tek başına bir gözlüklü anı oradaymış gibi, sahilde … İlk defa orada! Geceleri sıcak, balkonlar saksılarda eskiyor toprak … Tarih! Bir tek benim uzmanlık alanım toprak …
Ve ilk defa orada “geçmiş zaman” dilim dilim, sıcak sıcak …
Bulabilsem daha orada mıdır ki? Günlerden bir sabah vakti ya da akşama doğrusu …
Hangisi doğrusu?
…
Ben de aynı mıyım yoksa, ben de aynısından mıyım?
Kayısı ağaçlarının arasında uzanmış bir geçen zaman mıyım? Aynı tas ve aynı hamam mıyım?
Evet mi, yoksa hayır mıyım şimdi o günleri?
Başımıza gelecek zamanlardan korkmuyorum çünkü gelmiş geçmiş zamanlardan hep gülümsediğim yandayım, biliyorum. Halâ daha!
…
Doğrusu biliyorum hep sorduklarımı. Bildiğimi de gizlemiyorum kimselerden, korkusuz olmadığımı da …
‘Sormadan edememek’ten başka bir “geçmiş” olmuyor da ondan sorup duruyorum. Sora sora ‘geçmiş gitmişler’ bile bulunur bir yerlerde de ondan soruyor ve o ‘aniden son’dan sorularla telaşla kaçmaya çalışıyorum, koşuyorum … Koşabildiğim kadar yaşıyorum. Sanki hepsi şimdi!
(Karalama- 24 Aralık 1989 Pazar, 00:33)
‘Tarih Felsefesi’ okumalarım … (1)
Bir süredir, özetle: ‘Tarih içinde olguların değil algıların öne çıktığı bir yolculuktayız’ şeklinde bir değerlendirmeye çok büyük anlamlar yüklenmeye çalışıldığına dikkat çekerek başlamak istiyorum. İçinde yaşatıldığımız günlük tabloların kuşatmasından biraz olsun kurtarıp kendimizi, -birazcık da- ‘büyük fotoğraf’la ilgilensek diyorum. Bunun için de, bugünden başlamak üzere siz sevgili okur-yazarlarım için, ‘Tarih felsefesi’ üzerine beni etkileyen birkaç kaynaktan okuma notlarımı aktaracağım.
Yıllar önce, beni ben yapan çok büyük tarihsel dersler aldığım(ız) bir dönemdeki okumalarım sırasında tuttuğum bu notlar, tutunduğum dallar gibidirler. Çok yüksek bir hızla akıp giden bir nehirde suya düşmüş gibi düşünün kendinizi. O durdurulamaz akış içinde nehrin kenarında bir yerde size yardım eli gibi uzanmış bir kocaman dal parçası gibi düşünün bu notlarımı da … Siz de anımsayıp yararlanın istedim.
İlk kaynak, Edward Hallett Carr’ın “Tarih nedir?” kitabından (Birikim Yayınları/ Ocak 1980) …
Tarihçi ve olguları …
“Böylesine can sıkıcı olması hep tuhafıma gidiyor, çünkü çoğu uydurulmuş olmalı.” Catherine Morland’ın Tarih üstüne bir sözü. (s.7)
“Tarih nedir?” sorusunu yanıtlamayı denediğimizde, yanıtımız, bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur. (s.13)
Ondokuzuncu yüzyıl tarihçileri genellikle, Charles Dickens’in faydacılığı ve pozitivizmi eleştirdiği “Hard Times” romanının kişilerinden ‘aşırı faydacı’ öğretmen Mr. Grandgrind gibi düşünüyorlardı: “İstediğim, olgulardır … Hayatta yalnızca olgular aranır”. (s.13)
1830’larda Ranke (tarihi, olgulara dayalı pozitivizm haline getiren ve 20. yüzyılda oluşan tarih yazımcılığına öncülük eden Alman tarihçi), tarihten ahlak dersleri çıkartan anlayışa karşı haklı itirazında, tarihçinin ödevinin yalnızca “Nasılsa öylece göstermek” (Wie es eigentlich gewesen) olduğunu söylemişti. (s.13)
Ranke’nin, yukarıda belirtilen ve çok derin anlamlar içermeyen sözü adeta bir afsun (büyü) etkisi gösterdi tarihçiler arasında. (Bu büyü de çoğu büyüler gibi, insanları bezdirici bir iş olan kendi başlarına düşünme yükümlülüğünden kurtarmak için “yapılmıştır”.) (s.14)
Pozitivistler, “önce olguları ortaya koyun, onlardan sonuç çıkarın” derler. Bu tarih görüşü İngiltere’de Locke’dan Bertrand Russel’a değin İngiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi uyuşmaktadır. Ampirik bilgi teorisi, özne ile nesne arasında tam bir ayrılma öngörür. ‘Sağduyucu tarih görüşü’ denebilecek olan görüş işte buradan yola çıkar. Olgular, duyu izlenimleri gibi, gözlemciye kendilerini dışarıdan zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsızdırlar. (s.14)
Tarihî olgu nedir? Sağduyucu görüşe göre, adeta tarihin omurgasını oluşturan ve bütün tarihçiler için değişmez olan belirli birtakım temel olgular vardır. Örneğin Hastings savaşının 1066’da yapılmış olması olgusu … Ancak tarihçinin asıl ilgilendiği, bu ve buna benzer olgular değildir. (s.16)
Profesör Talcott Parsons, bilimi “gerçeğe, seçmeli bir bilimsel yönelmeler sistemi” diye tanımlamıştı … Tarih, başka şeylerin yanı sıra işte budur. Tarihçi, zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğuna, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır. (s.18)
Sıradan bir olgunun bir tarihi olgu durumuna gelebilmesi, söz konusu -sıradan- olayla birlikte sunulan tez ya da yorumun kayda değer bir -tarihçi- çevre tarafından benimsenmesi ile olası görünüyor. Bu tür bir yorum ögesi, her tarihî olgunun içinde vardır. (s.19)
Bugün önümüzde duran tarih tablosu, rastlantıyla olmaktan çok bilerek ya da bilmeyerek belirli bir dünya görüşüne sahip ve bu görüşünü destekleyen olguların saklanılmaya değer olduğu düşüncesindeki kişilerce bizim için önceden seçilmiş ve belirlenmiştir. … Profesör Barraclough şöyle yazıyor: “Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç de olgusal değildir, bir dizi kabul edilmiş yargılardan ibarettir.” (s.21)
Elbette olgular ve belgeler tarihçi için zorunludur. Fakat onları bir fetiş durumuna getirmeyin. Olgular ve belgeler kendi başlarına tarih oluşturmazlar … (s.27)
Eskiden İngiliz tarihçileri tarihin bir anlamı olmadığına inandıklarından değil, bu anlamın onun içinde saklı ve kendiliğinden belli olduğunu sandıkları için, bir tarih felsefesine sahip olmak gerektiğini kabul edemiyorlardı. (28)
Tarihte olguların başı çekişi ve özerkliği teorisine karşı ilk mücadele çağrısı 1880’ler ile 1890’larda, 19. yy. liberalizminin rahat saltanatını yıkmak için çok şey yapacak olan bir ülkeden, Almanya’dan gelmiştir. Bugün, bu mücadele çağrısını yapan filozofların adlarından öte pek bir şey kalmamıştır: Bunlardan yalnız Dilthey, son zamanlarda İngiltere’de biraz gecikmiş bir üne erişmiştir. Fakat yeni yüzyılın başlarında meşale, Alman ustalara besbelli çok borçlu olan Croce’nin bir tarih felsefesi kurmaya giriştiği İtalya’ya geçti. Tarihin aslında, geçmişi, yaşanan anın gözlerinden ve o anın sorunlarının ışığında görmekten oluştuğu ve tarihçinin başlıca işinin kaydetmek değil değerlendirmek olduğu anlamında Croce bütün tarihin “çağdaş tarih” olduğunu ilan etmiştir. Çünkü tarihçi değerlendirme yapmayacak olursa, neyin kaydedilmeye değer olduğunu nasıl bilecektir. (s.29-30)
1910’da Amerikalı tarihçi Carl Becker, bilerek kışkırtıcı bir dille, “Tarih olguları, herhangi bir tarihçi için, kendisi onları yaratıncaya kadar varolmazlar” demişti. (s.30)
Olguları incelemeden önce tarihçiyi inceleyin … (Sürecek)