BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
Önceleri “leb demeden” diye başlayan deyimimizin devamı “leblebiyi anlamak” olarak gelirdi. Bu, bazı kişiler için kullanılan iyi bir özelliği, karşısındaki kişinin daha söze başlar başlamaz ne söylemek istediğini anlayan, anlayışı güçlü, zeki kişiler olma vasfını özetlerdi. Ama çok kısa bir süredir ‘leb’ denince aklımıza leblebi değil ‘lebalep’ geliyor artık. Peki ya neymiş ‘lebalep’?
Tüm kaynaklarda ‘lebalep’in anlamı: “Tıklım tıklım, ağzına kadar dolu” diye açıklanıyor.
Nereden çıktığını uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım.
Tarih: Şubat ayının ortası. Yer: Rize. Koronavirüs salgını özellikle oralarda yüksek vaka sayılarıyla etkisini sürdürüyor. Üstelik mutasyona uğramış yeni koronavirüsün bulaşıcılığını arttırdığı aylardır bilinip söyleniyor. Bütün bu verilere rağmen, partisinin Rize il kongresinde konuşan AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “Salgının olduğu bir dönemde kongre yapıyoruz ve Rize’de salon lebalep dolu” deyip bu çok kalabalık kapalı mekan tablosundan duyduğu memnuniyeti-keyfi vücut dili ile de destekliyordu.
Sonraki günlerin birinde, katıldığı cenaze töreninde insan insana mesafenin sıfırlandığı hallerde fotoğraflanan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, cenazeye, kalabalık olacağını öngöremeyip katıldığı için özür dilemesi üzerine ülkemiz siyasetinde ‘lebalep’in etkisi de bir hayli artmış idi.
Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 4 renkli Türkiye haritası önündeki açıklamalarını dinlerken*, ‘insan beşerdir şaşar’ olmayalım diye ve de akıl sağlığımızı korumak adına şu notu şuracığa düşmek istedim.
Anlaşılan o ki ‘Lebalep Dönemi’ sona ermiş ve genel kurullar için metrekareye göre en çok 300 kişi katılım disiplini getirilmiştir. Bu böyle ise, o kongrelerdeki kötü örnek görüntülerle ilgili herhangi bir ‘lebalep özeleştirisi’ yapılabilecek midir? Peki, diyelim ki böyle bir özeleştiri yapılsa bu, çok farklı nedenlerle adaletsizlik duygusu yaşayan sevgili vatandaşlarımızdan bir tür ‘özür dileme’ anlamı da taşıyabilecek midir?
* Elbette o haritadaki iller arasında ‘en yüksek riskli’ olup kırmızıya boyananların bazılarında iktidar partisinin yaptığı ‘lebalep kongreler’in bulaşmayı arttırıcı etkisi üzerine ortaya konmuş herhangi bir bilimsel çalışma yoktur. Burada sormaya çalıştığım soru, tavuk-yumurta paradoksundan tamamen uzaklarda durmaya özen göstererek, o toplantıların yapıldığı on beş yirmi gün öncesinde oraların ‘az riskli’ (mavi) şehir muamelesi bile görmeyişinin, yani kapalı salon toplantıları için hiçbir sınır konmamasının ne gibi bir bilimsel veri tabanına dayandırılmış olduğudur? Yoksa yapılan bu büyük yanlışın özeti, hep olduğu gibi yine ‘ben yaptım oldu’ mudur?
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü gerçek tarihsel değerinin farkında olarak selamlıyorum …
Sınıf mücadeleleri tarihinin önemli kilometre taşlarından biri olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, geçen yüzyılın başlarında dünya çapında ‘sosyalist kadınlar’ın da içinde yer aldıkları yükselen sosyalizm mücadelesinin çok değerli deneyimleriyle tarih sahnesindeki yerini almıştır.
19’uncu yüzyılın ortalarında özel olarak dokuma işçisi kadınların, çok kötü çalışma koşulları, uzun çalıştırılma süreleri ve çok düşük ücretlere karşı 8 Mart 1857 olarak tarihlenen bir mücadele başlangıçları var. Bu mücadele geleneği 20’nci yüzyılın hemen başlarında işçi sınıfının yükselen mücadelesinde yaşatılıyor. 8 Mart 1908 tarihinde New York Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’ndaki grev günlerinde, fabrika içinde çıkan ‘şüpheli yangın’ yüzünden 123’ü kadın 146 tekstil işçisi yaşamını yitiriyor. O yıllar, kapitalizme karşı yükselen sosyalist mücadele içinde ‘kadın hareketi’nin giderek güçlendiği yıllar. Böylece bu yükseliş döneminde 1910 yılında yapılan İkinci Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda dokuma işçisi kadınların anısına saygının bir ifadesi olarak 8 Mart, kadınların cinsiyetçi ve sınıfsal sömürüye karşı, seçme seçilme hakkı taleplerine de yer verilen bir ‘mücadele günü’ olarak ilan ediliyor. Bu mücadele, günümüzde sömürüye, ayrımcılığa, şiddet, cinayet, taciz ve tecavüzlere, hak ihlallerine karşı eşit ve özgür yaşam taleplerinin haykırıldığı uluslararası bir mücadele günü olarak sürüyor.
8 Mart’a adeta bir ‘efsane’ymiş gibi muamele yapılmaması, sınıf mücadeleleri tarihinin bir parçası olarak emperyalist kapitalizme karşı sosyalist bir dünya için sürdürülen mücadele açısından sahip çıkılması büyük önem taşıyor. Bu çerçevede, 8 Mart’ın Birleşmiş Milletler’ce 1975 yılında ‘Dünya Kadınlar Günü’ olarak ilan edilmesiyle başlayan dönemde ‘Bütün kadınlar çiçektir’ sloganlarıyla ‘kadınlara özel indirimli tüketim çağrıları’ düzeyine indirilmek istenmesi karşısında bu duruş daha bir önem kazanmıştır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü gerçek tarihsel değerinin farkında olarak selamlıyorum …