BAKTIKÇA … – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR
‘Hanımın Çiftliği’ idi oraların adı eskiden … İzmir’in Urla ilçesinin Gülbahçe köyünde bir güzel mekandı … İzmir merkeze 45 kilometre uzaklıkta, Karaburun yolu üzerinde, Arnavutluk’tan mübadele ile gelen yurttaşlarımızın yaşamlarını sürdürdükleri bu kıyı köyünün bir kıyısında 1960’lı yılların ortasında babam ile annemin aldıkları arsa vesilesiyle tanışmıştık Gülbahçe ile … Arsayı aldığımız ‘Ahmet Dede’nin oğlu Muammer Amca ve eşi Tahire Teyze (Ata) o sıralar yarıcı olarak ‘Hanımın Çiftliği’ni ekip biçiyorlardı. Kıyıdaki evimiz inşa edilene kadar, yanılmıyorsam 1967 ve 1968 yıllarının yaz aylarının bir bölümünü onlara misafir olarak geçirdiydik denizin kıyısından dağın başına kadar yükselen o koca çiftlikte …
Anayoldan dağa doğru uzanan toprak yolun sağındaki solundaki teras tarlalarda patlıcan, domates, biber, acur, salatalık, kabak, bamya, börülce, fasulye gibi birçok sebze üretirdi Ata ailesi. Özellikle patlıcan ve biberlerin boylarının uzunluğuna şaşardım. Teras tarlaların arasında sağa-sola doğru, kimi yerlerde kıvrıla büküle adeta bir tür labirent tadında metrelerce uzanan defne, hayıt, mersinlerle oluşmuş yeşil duvarlar vardı ve ağaç olmuş, iyice birbirine girip sıklaşmış bu makilerin içlerinden tüp-tünel geçitlerle bir tarladan diğerine geçilirdi. Büyüklerin dünyasında tarlalar arası ulaşım kolaylığı sağlayan bu geçitler biz çocuklar için heyecanlı oyun alanlarıydı. Henüz 6-7 yaşlarındaydım …
En yukarıda, o yıllara göre ‘köy evi’ standartlarının çok üzerindeki evde misafir edilirdik. O evin adı da ‘Hanımın Evi’ idi. Ata ailesi ise ‘Hanımın Evi’nin yakınında, aşağılara doğru şırıl şırıl akan derenin kenarındaki kocaman çınarın yanıbaşında, sadece mutfak ve bir odadan oluşan küçücük bir evde yaşarlardı. Abim Kenan ile birlikte Ata ailesinin çocuklarıyla bir anda kalabalıklaşırdık. Yaş sırasına göre Emine Abla, abim dahil en büyüğümüzdü, sonra abim geliyordu. Şaziye ile ben yaşıttık. Dedesinin adını taşıyan Ahmet, benden birkaç yaş küçüktü ve en küçüğümüz de Güngör’dü …
1960’lı yılların ikinci yarısı. Mordoğan-Karaburun yolu ile ‘Hanımın Evi’ arasındaki yolun hemen hemen tam orta yerinde, ahır olarak kullanılan yüksek tavanlı bir bina vardı. İneklerin ve Muammer Amca’nın atı ‘Şerifali’nin evleri de orasıydı. Ahır’ın arka kapısı, yüksek duvarlı küçük bir avluya açılırdı. İçini ot bürümüş, atılmış bırakılmış tahta parçaları, kırık kiremit, tuğla, briketlerle girmeye çekindiğimiz bu avlunun yola bakan duvarında, topraktan çıktıktan sonra eğile büküle bir yerden sonra toprağa paralel duruma gelmiş gövdesiyle bize çok güzel bir oyun alanı olan-oluşturan dut ağacını anmadan geçemem. Üzerinde oynamaya doyamadığımız ‘otobüsçülük’ oyunumuz için o ağaç bize öyle iyi davranırdı ki … Örneğin, şoför olarak oturduğumuz ana gövdenin yanından öyle bir dal çıkarırdı ki tam bir vites kolu! Ayaklarımızı sarkıttığımız yerde ise sağlı sollu dallardan biri debriyaj biri fren ve biri de gaz pedalıydı … Kontak anahtarı ve göstergeler konusunda da yokluk çekmiyorduk. Her şey tastamam yerli yerindeydi ve elbette en önemlisi yolcu bölümü … Yolcular için de şoförün arkasında gövdenin üzerinde fazlasıyla yer vardı … Direksiyona geçen, kendine-otobüsüne bir isim seçerdi. Seçtiğimiz isimler, o dönem İzmir/Konak ile Mordoğan-Karaburun-Küçükbahçe arasında sefer yapan otobüs sahiplerinin ve dolayısıyla otobüslerinin adı, lakabıydı … İngiliz Memet, Adalı, Malik, Şükrü, …
Burunlu kısa BMC’lerle başlayıp uzun ya da uzatılmış BMC şasileri üzerine küçük sanayi sitelerinde imal edilmiş “Mersedes”lerle süren ve şehirlerarası yollarda yaşlanmış FIAT, MAN, Magırus marka otobüslere varan bir uzun yolculuk … Halâ daha gözümün önünde rahatlıkla canlandırabildiğim bir güzel fotoğraftır bu …
Direksiyonunda babam Hayati Kaşkar’ın olduğu 52 model Şavrolemiz ile giderdik Gülbahçe’ye çoğu zaman, ama evimiz yapıldıktan sonra babamın mesai durumuna göre üçümüzün (Annem, Abim ve ben) önden gittiği de olurdu. İşte o zaman, “Keşke Adalı, Malik ya da İngiliz Memet’e denk gelsek” diye düşünürdüm. Çünkü Adalı’nın otobüsü uzun şasi FIAT, Malik’inki MAN ve İngiliz Memet’inki ise -çakma da olsa- Mersedes’ti. Şükrü’nün ki ise o sıralar henüz kısa kasa, burunlu BMC idi … Otobüs Konak’tan kalktıktan yaklaşık bir buçuk saat sonra İçmeler’e doğru yokuştan inmeye başladığında ‘vardık’ derdim sevinirdim. Adalı’ya, Malik’e ya da İngiliz Memet’e denk gelirdik sevinirdim. Akşama Tahire Teyze’nin, üstüne odun közleri konmış sacın altı ve sacayağının üstü arasında oluşturulmuş bir tür ‘fırın’da tepsi içinde pişirdiği biber dolması ya da patlıcanlı börek ya da tavuklu nohutlu pilav ihtimallerini düşünür sevinirdim. Çocuktuk ya da çocukluk işte, kolaydı sevinmek …
İşte o Portakal ağacı da o tam oradaydı, duttan otobüsümüzün az ötesinde, yolun diğer yanında. Yoldan yüksekçeydi yeri. Elbette beraberindeki portakal, mandalina ve limon arkadaşlarıyla birlikte çok kalabalık bir narenciye topluluğu oluşturuyorlardı … Altlarında geniş sulama karıkları vardı. Hanımın evinin yanındaki büyük havuzda, dağın bir yerlerinden genişçe çaplı bir boruyla taşınıp biriktirilen suyla sulanır, altlarındaki karıkların içi sularla dolar dolar taşardı. Ellerimizde geniş ağızlı çapalarla suyun patlatacağı yerlere toprakla destekleme yapardık, yani onlara, o sıcak yaz tatili günlerinde bakmışlığım vardır. Ben 7-8 yaşlarında iken onlar da benden olsa olsa bir iki yaş küçük ya da büyüktü … Akran sayılırdık …
Geçen yıllar içinde oralara da ‘yazlık evler’ yapılmaya başlandı. ‘Hanımın Çiftliği’nde de tarımsal üretimden vazgeçildi ve o koskoca arazinin yarısından fazlası ‘Süreyya Sultan Sitesi’ oldu … Ağaçların birçoğu, bu arada ‘otobüsçülük’ oynadığımız dut ağacı ve portakalın pek çok arkadaşı da dayanamayıp kurudular … Her şeye rağmen toprağın üzerinde durmaya çalışıyor birçoğu ama ‘nerdeeee o eski topraklar!’ …
Geçip giden yaklaşık 60 yıllık zamanı tek cümleyle nasıl yazsam?
Onunla çok seyrek de olsa karşılaştığımızda yaşadığım mutluluğu mu? Oralarda dolaşmayı, onunla karşılaşmayı halâ çok sevdiğimi mi …
Artık çatısı yıkılmış olan ahıra doğru yaklaşırken ‘Acaba orada mı, yoksa …’ endişesi sarıyor içimi … Arkamı dönüp denize doğru bakmadan, yani ‘dubleks evler’le dolmuş çocukluk günlerimin fotoğraflarını yakmadan, dağa doğru bakıp bakıp o portakalla el ele ‘Hanımın Evi’ne doğru koşmaya çalışıyorum halâ … O nedenle ‘portakal, or’da kal!’ diyorum hep ona … Çünkü, o günlerden geriye başka oyun arkadaşım kalmadı …
Ne oluyor, neden böyle oluyor?
Önce ABD’de ve bazı Avrupa ülkelerinde aşının 100 dolar, 100 sterlin karşılığında, sonra sadece bazı Avrupa ülkelerinde, örneğin İngiltere’de 50 sterlin, 100 avro karşılığında satıldığını, yapıldığını söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha sonra bu söylediklerini ‘silen’ şöyle bir ifade kullandı: “Dünyanın pek çok yerinde Koronavirüs testleri ücrete tabi iken biz salgının başından beri vatandaşlarımıza ücretsiz test hizmeti sunduk. Aynı şekilde aşı hizmetlerini de diğer ülkeler gibi ücretsiz olarak vatandaşımıza veriyoruz.”
Böylece muhtemel ki, önceki iki konuşmada sanki dilin sürçüp ‘test’ yerine ‘aşı’ denildiği şeklinde bir his oluşturarak konunun toparlanmaya çalışıldığı düşünülebilir.
Dikkate değer bir başka ‘yorum’ ise, Erdoğan’ın ağzından çıkanları sorgulamadan ve daha ötesi ve ‘demokratik toplum olabilmek’ adına ‘en kötüsü’: Medya takibinde muhalefetin düzeltmelerine, eleştirilerine hiç rastlamayan geniş bir toplum kesiminin varlığından yararlanma arzusu olarak dile getiriliyor. Laf ağızdan bir kere çıkıp da o kesim içinde dolaşıma girdiği andan itibaren arzu edilen etki oluşturulmuş, sonuç elde edilmiş oluyor ve bu öylece kalıyor, kesinlikle değişmiyor.
Anayasamızın ilk üç maddesine ‘dokunulmazlık durumu’nu etkili bir şekilde ifade eden, “Değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez!” kalıbı, başta Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere ‘iktidar sözcüleri’nin -zaman zaman duyduğumuzda kulaklarımıza inanamadığımız- yanlış bilgiler içeren konuşmaları için de geçerli olabiliyor.
Dolayısıyla, bir propaganda tekniği olarak kullanılan bu siyasal söylem tarzından ‘yarar umuluyor’ ki, önceki ifadelerin yanlışlıkla (sehven) söylendiği, sürç-ü lisan edildiği belirtilerek ‘düzeltme’ yapmak yerine konunun kıyısından kenarından dolaşılarak olay yerinden uzaklaşılmaya çalışılıyor …
Ne olup bittiğini, neden böyle olduğunu açıklamak için yapılan bütün bu yorumlar doğru değil ise, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da diyelim ki ‘Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ tarafından durumu izah eden bir açıklama yapılıp toplumumuz aydınlatılsın …
Tik tak
Sunay AKIN
Ne kadar aradıysam
suyunda bulamadım tak’ları
zaman denilen kuyunun
yüzümde bu yüzden
yalnızca tik’lerini taşırım
çocukluğumun
Yarısını tuttum
çocuk doktoru
olmamı isteyen anneme
hasta yatağında verdiğim sözün
doktor olamadım ama
çocuk kaldım
İki çocuk
rahatlıkla oturduğumuz
kapının eşiğine
kendi başıma zor sığıyorum bugün
büyüdükçe insan
yalnız mı kalıyor ne?