Tarık Dursun K. / Anı-Anlatı (Kent Kültürü Üzerine Deneme) Eksik Parça Yayınları / Basım – 2017 / 293 sayfa
A. Kemal KAŞKAR
Tam adıyla Tarık Dursun Kakınç. Tarık Dursun K. olarak tanınır. 1931 yılında İzmir’de doğmuş ve özellikle roman ve hikâye alanında eserler vermiş bir yazarımızdır. Aynı zamanda yayınevi yönetimlerinde bulunmuştur.
1950’den itibaren gazetelerde çalışmış, senaryo yazarlığı ve rejisörlük yapmıştır. 1969’da Kurul Kitabevi’ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtım yazıları yazmış, Milliyet Yayınları’nı yönetmiştir. 1973’te ‘Günümüzde Kitaplar’ adlı bir dergi çıkarmış, 1975’te Koza Yayınları’nın kurucuları arasında yer almıştır.
Sanata 1949 yılında şiirle başlamış, 1951’de Cengiz Tuncer ile Devrialem isimli ortak bir şiir kitabı yayınlamıştır. Ardından hikâyeye geçmiş ve konularını önce gençlik serüvenlerinden, zamanla fabrika, yapı ve deniz işçilerinin, esnaf ve küçük memurların yaşam savaşlarından alan ve bu hayat kesitlerini şiirli bir dille işleyen eserler yazmıştır.
“Güzel Avrat Otu” hikâye kitabı ile 1961 Türk Dil Kurumu Armağanı’nı, Yabanın Adamları ile 1967 ve “Ona Sevdiğimi Söyle” ile de 1985 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, “Kurşun Ata Ata Biter” romanı ile 1984 Orhan Kemal Roman Armağa-nı’nı, “Ömrüm Ömrüm” hikâye kitabı ile 1987 İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü’nü, “Ağaçlar Gibi Ayakta” ile de 1991 Yunus Nadi Yayımlanmış Roman Armağanı’nı almıştır.
İzmir, Foça ve Karşıyaka’da yaşayan, yazın ve sanat dünyasının çok yönlü ismi Tarık Dursun K., 11 Ağustos 2015’te aramızdan ayrılmıitır …
Eserleri-
Öykü/ Hasangiller, Vezir Düşü, Güzel Avrat Otu, Sevmek Diye Bir Şey, Yabanın Adamları, 36 Kısım Tekmili Birden, Bağ-rıyanık Ömer ile Güzel Zeynep, Bahriyeli Çocuk, İmbatla Dol Kalbim, Ona Sevdiğimi Söyle, Ömrüm Ömrüm, Aşk Allahaısmarladık, Yaz Öpüşleri, Gönderdiğin Mektubu Aldım, Hepsi Hikaye.
Roman/ Rıza Bey Aile Evi, İnsan Kurdu, Sabah Olmasın, Denizin Kanı (1968, televizyona uyarlanıp dizi olarak yayınlandı), Kopuk Takımı, Gün Döndü, Hoşça Kal Küçük (Çocuk romanı), Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü, Alçaktan Uçan Güvercin (Televizyona uyarlanıp dizi olarak yayınlandı), Kurşun Ata Ata Biter, İnsan Kurdu, İyi Geceler Dünya, Bağışla Onları, Ağaçlar Gibi Ayakta.
Masal/ Deve Tellal Pire Berber iken, Bir Küçücük Aslancık varmış, Güzel Uykular Alara
Düzyazı/ Edebiyat Üstüne Narin, Ben Unutmadan, Gavur İzmir / Güzel İzmir, Kaş Kaş Üstüne Taş Taş Üstüne, Bizimkisi Zor Zanaat (Röportaj)
Tarih Sevmek
Tarih sever misiniz? Yani tarih okumayı, tarihi izlemeyi, zaman zaman bugünü bırakıp dün’ü dün’de, geçmişte olan bitenle ilgilenmeyi demek istiyorum.
İnsan ancak yaşlanmaya doğru, yaşlanacağı sırada dünü aramaya başlıyor. Düne karşı yakın bir ilgi duyuyor. Oysa (bana sorarsanız) tarihle ilgilenmenin, tarihe ilgi duymanın yaşı yoktur, ama yine de altını çizerek söyleyeyim, yaşlanmaya doğru gidişte tarihe karşı ilgimizin artması da bir gerçektir.
Bu ilgi iki yanlı gelişiyor insanda. Bunlardan birincisi, kendi tarihine duyduğu ilgi, ikincisi dünya tarihine karşı duyduğu ilgi.
Evet, ilkokuldan başlayarak daha sonraki sınıflarda, hatta üniversitenin kimi bölümlerinde tarih okunuyor; tarih okutuluyor, ne var ki okutulan tarih, bir yerden sonra resmi tarih değil de nedir?
Hatırlayın hele; o kitaplardan her şey coşkusuz bir anlatımla aktarılmaz mı bize? Biz de kös dinler gibi dinlemez miyiz, ne yazılmışsa onu alır, onu öğrenmez miyiz?
Gelin görün, yaşama geçtiğimizde hepsini bir çırpıda unutuveririz, evet, hepsini, hepsini.
Çünkü resmi tarih ayrıntılara inmez. Bize tarihi tarih yapan insanları insan olarak tanıtmaz.
Nedir resmi tarih?
O tarih, yönetenlerce yönetilenler için onları yönlendirme isteklerinin doğrultusunda kişi ya da kişilere, kurum ya da kurumlara yazdırılan tarihtir.
Yani ilkokullardan başlayıp üniversite sıralarına dek size, bize, çocuklarımıza, onların çocuklarına okutulan, okutulup ezberlettirilen tarihtir. Kentlere gelince… Ne söyleyebilirsiniz ki? (Sayfa 181-182)
“Ethem Dayı,
En Gocamanımız Sensin
Gari” ya da Trenlerin
Kahrını Çeken Adam
Ethem Dayım aile içinde “bir numara”ydı; en ortanca dayımdı, çok küçükken (daha Devlet Demiryolları Devlet Demiryolları değil, Reji Jeneral Döşimendöfer iken) Alsancak gar işletmesine girmiş, ilerlemiş; gar dö frenliğe kadar gelmişti.
Titizdi, tertipliydi. Her sabah işe gitsin gitmesin kesinlikle tıraş olan, bol bol “Gizli Çiçek” marka limon kolonyası sürülen, beyaz Frenk gömleği delisi bir dayımdı o.
Çok kahrını çekti trenlerin. Trenler bir gün olsun onun kahrını çekmediler. Çünkü her gün, her saat, gece ve gündüz (inanın) bir elinde işaret feneri, bir elinde fıy fıy düdüğü, cakayla bir basamağında rüzgârlara karşı kanat açmış, büyük alakuşlar gibi durarak lokomotifi o manevradan bu manevraya taşıyan bir o vardı Alsancak Garı’nda.
Çocuktum ve bayılırdım.
Ethem Dayım düdüğünü ancak en uç vagondaki memurun ya da o en uç vagonda ise lokomotiften sarkakoymuş ona bakarak izleyen makinistin anlayacağı bir sesle öttürür, lokomotif oflayıp puflayarak, raylara bembeyaz dumanlar püskürterek… Ethem Dayım ne diyorsa, ne demişse, neyi nasıl olsun diye istemişse… Direnç göstermeden baş eğer, çok ağır, çok dikkatle geri geri gider, bağlanacağı yük vagonlarına hafiften ve öpercesine toslayıverirdi.
Ethem Dayım işte o zaman bir başka nağmede ve düdükle “Evet, oldu, dur, şimdi bağlanıyor, bekle” derdi, lokomotifle makinisti beklerlerdi.
“Tamam, iki numaralı kör’e çek bakalım hepsini!”
Onlara her misafir gittiğim günler beni de manevra sahasına götürür, trenleri lokomotifleriyle, kara vagonlarıyla, otorayları ve diğer yolcu vagonlarına yalnızca bana, yalnızca benim için manevra yaptırırdı.
Hayriye Yengem demişti;
“Hiç çekememiş, yakıştıramamışmış kendine emekliliği.”
Anlattığına göre, Ethem Dayım yine her sabah kalkıyor, günlük tıraşını oluyor, işe gidiyormuş gibi yaparak (bu kez yanına kumanya çantasını almadan) evden çıkıyormuş. Her gün ve her sabah.
Huysuzmuş, vara yoğa kızıp ortalığı kırıp döküyormuş. Büyük kızı Nurhayat evlenmiş gitmişti çoktan, Nurten bir gedikliye varmıştı, boyunca kızları vardı; Nurettin, Altınordu’da furbol oynarken sakatlanmış, su parasına Alaşehirspor’a geçmiş, çoluk çocuğuyla gidip oraya göçmüştü. Yılmaz, zaten Amerika’daydı. Bir tek Çetin kalmıştı geride. Duymuştum, gemilere tayfa yazılmışmış o da.
Onlara bozuluyormuş. Aramıyorlar, sormuyorlar diye çok kızıyormuş.
“Bu vakitte kimin kimi arayacağı var ki,” derdi yengem. Kuru yüzlü, saçlarının kınası ağarmış, ağzında iki ya da üç dişi kalmış bir kadındı.
Biz, söz temsili, anamızı arayıp sormuş muyduk? Bir de okumuş yazmış çocuklar olacaktık, değil mi?
Onlar da (yani yengem de, dayım da) ana kuzuları değiller miydi?
“Biz de anamızdan babamızdan ayrılmadık mı?”
Öyleyken o kalkmış, almış onu ana ocağından, getirmiş İzmirlere, Harputlu Mehmet Ağa ile Giritli Sabire Hanım’a gelin etmemiş miydi? E, bu böyleydi! Hayat, bugün bana yarın sana idi.
Hiç kimseyi dinlemezdi, hep kızgındı; herkese, bana, ona, yengeme, çocuklarına, etrafına, eşine, dostuna ve dünyaya.
O sabah (her sabahki gibi) kalkmış, tıraşını olmuş. Ardından limon kolonyasını sürmüş avuçlarıyla bastıra bastıra yüzüne.
“Hayriye, bana beyaz gömleğimi getir,” demiş karısına.
Yengem koşturmuş. Ethem Dayım o gün lacivert takım elbisesini giyecekmiş. Kırmızı üstüne beyaz çiçek noktalı bir kravat seçmiş bunun için. Bin dikkatle bağlamış, “Oldu mu Hayriye?” demiş.
Yengem gülecekmiş, gülmemiş. Oysa her zaman gülermiş. O sabah nedense içinden gelmemiş gülmek.
Ethem Dayım öyle iki dirhem bir çekirdek, koluna da zincirden bilezikli kol saatini takarak evinin kapısına varmışken durmuş.
“Ne yemek yapacaksın bugün Hayriye?” diye sormuş.
Ne yapabilirmiş ki yengem zavallı? Allah’ın bildiği, o da o gün ne yemek yapacağını bilmiyormuş henüz.
“Domat bastı yapayım istersen, yanına da kıymalı patates, olur mu?” diye sormuş kocasına. O gün Balçova’nın da pazarıymış. “Senin canın ne istiyorsa onu söyle,” demiş yengem.
“Sonra da gitti,” diye anlatmıştı yengem.
Nereye gitmişti peki?
Giritli Hasan Ağa’nın yeğeni görmüş, o demişmiş; Alsancak’a gidermiş. Gardan geçer, manevra sahasına girer, durup saatlerce vagonları, lokomotifleri seyreder dururmuş.
Elinde de eski düdüğü.
Ama öttürmez, öyle elinde tutar, bakarmış.
Ethem Dayım’ın evinin sokağı başında bir eczane vardı, onun sahibi ile çok sıkı fıkı imişler. Yaşını başını almış biriymiş eczacı… “Ama,” dedi Hayriye Yengem, “Biraz biraz o da aklını trenlerle bozmuştu. Ben bilmem, Giritli Hasan Ağa’nın yeğeni demişti. Dayını da bu yüzden pek severmiş.”
Ethem Dayım evden çıktığının dakikası dakikasına dört saat yirmi dokuz dakika sonra yüzünde bulutsuz bir mutlulukla eczaneden içeri girmiş. Selam vermiş. Tezgâha kadar gelmiş, dirseğini dayamış. Ansızın tık solukla; “Ya’u” demiş, eczane sahibi adamı da şaşırtmış: “Bana bir kupa su ver çeşmeden, içimde bir yangın başladı.”
Eczane sahibi bir bakmış, anlamış. “Bana da çok sonra söyledi,” dedi Hayriye Yengem. “Koskoca bir eczacı, bilmez mi, hiç bilmez olur mu? Ânında anlamış olacakları.”
Tezgâh arkasından elinde cüce bir sandalye ile gelip Ethem Dayım’ın altına sürmüş, otursun soluklansın diye. Yardım ederek omuzlarından bastırdığı anda, Ethem Dayım, adamın göğsüne yıkılıvermiş.
“O saatçik,” dedi Hayriye Yengem. “Canı kuş olmuş, ben bile yetişemeden pır diye ağzından çıkmış, uçmuş; kim bilir de nereye uçmuş?”
(Sayfa 253-256)