BAKTIKÇA – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR
25 Temmuz tarihli “Akbelen Notları” başlıklı yazımda, “… Bu arada, Türk-İş Muğla İl Temsilcisi ve Tes-İş Sendikası Yatağan Şube Başkanı Fatih Erçelik, enerji ve maden işçileri adına yaptığı açıklamada, Akbelen’deki ağaç kesimlerine arka çıkarak, ‘Madenler de bizim ormanlar da bizim; işimizi kaybetmek istemiyoruz’ diyor … Yörede kömür teminine, ‘bölge dışından bir grubun’ engel olmak istediğini söylüyor … Fatih’in bu sözlerine katılmam mümkün değil …
İçimde, yazılabilecek yüzlerce cümle daha öylece duruyor …” diyerek kısacık değindiğim konuda daha ayrıntılı olarak bir şeyler yazmam gerekiyor …
Bu amaçla, Akbelen Ormanı için direnen vatandaşların yaptıklarının, söylediklerinin karşısında, Akbelen Ormanı’nın yok edilmesi için diretenlerin yanında yer alan Tes-İş sendikası yöneticileri ne demişler diye konuya biraz daha yakından bakmaya çalıştım.
8 Ağustos Salı günü Akbelen Ormanı ile ilgili görüşme için TBMM’nin olağanüstü toplanması sırasında bir yanda ‘ormanı koruyan-kollayanlar’ kolları sıvamış ve görüşmeler-açıklamalar yaparken; öte yanda Akbelen Ormanı’nın yok edilmesinden yana saf tutanların arasında olmasının doğru olmadığını, oraya hiç yakışmadıklarını düşündüğüm enerji ve maden işçileri adına yapılan açıklamalarda yine “iş güvenliği” öncelikli ve “orası zaten doğal orman değil plantasyon sahası” vurgusu da ihmal edilmeksizin eşzamanlı olarak yapılan açıklamalar geliyordu Başkent Ankara’dan.
“Ankara, Ankara, Güzel Ankara” ile “Seni görmek ister her bahtı kara” arasındaki ‘uyaklı’ sözleriyle yıllarcadır hiç mana ve ehemmiyetini kaybetmeyen marşımız ise, ortaya çıkan tabloyu büyük ölçüde anlamlandırmamıza yardımcı oluyordu bir kez daha, ne yazık ki … Meclis yine ‘AK Parti ve MHP oylarıyla’ sırtını dönüyordu milletine … Bildik haller işte!
Aslına bakılırsa çok ağır bir örgütsel yenilgi olarak kapatılan T.Maden-İş Sendikası Yatağan ve Havalisi Şubesi’ne, bölgemizde üç termik santral ve bağlı kömür ocaklarının özelleştirilmesiyle başlayan süreçte çok hızlı bir şekilde ‘temsil kabiliyeti’nin kaybettirilmesi sonrasında ‘enerji ve maden işçileri’ adına Tes-İş sendikası yöneticilerinden duyduğumuz açıklamaları özetle şöyle not edebilirim:
“Zeytin de bizim, ağaç da bizim, orman da bizim, santral da bizimdir, işimizi kaybetmek istemiyoruz.”
Bu özeti adım adım yorumlamalıyım.
İlk adım: “Zeytin bizim” denilerek ne anlatılmış olabilir?
Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimize bakılırsa bu sahiplik duygusunu bir cümle ile ifade etsem, o cümle: “İster keseriz, ister budayıp kuşa çevirir başka bir yere taşırız, ne yaparsak yaparız, size mi soracağız ey bölgemize dışardan gelip ortalığı provoke eden marjinaller” mi olur örneğin?
İkinci adımda, ağacın ‘sizin’ olduğuna dair de onlarca yıllık orman-koru ekosistemlerine asla alternatif olamayacak ‘tohum diktik fidan diktik’ gibi cümleler kuruluyor genellikle … Ya da belki de, “ağaç da bizim olduğuna göre kimse karışamaz keser geçeriz” denilmek isteniyordur, kimbilir … Özelleştirmeler sonrasında bölgemize yaşatılanlar, ‘ağaçlara ölmekten başka bir ihtimal bırakmıyor’ desek, gerçeğin çok büyük bir bölümünü ifade etmiş oluruz. Çok üzücü ama böyle.
Ve sıra ‘orman’a geldiğinde, onunla ilgili olarak da “orası zaten ‘doğal orman’ alanı değil, kesilmek için planlanmış plantasyon sahası” deyiverip koca koca çamları devirip devirip de ortalığı yangın yerine çevirivermekten mi ibarettir dersiniz o malûm sahiplik hâli? Bir tür ‘mirasyedi’lik hâli yani.
Gelelim ‘santrallar’a …
Onların da ‘özelleştirilmemesi için’ yıllarca mücadele verenlere saygıyla, bu konuda da bir iki cümle kurmama izin verin lütfen. Özellikle Tes-İş Sendikası Yatağan Şube Başkanı Fatih Erçelik’e seslenmek istiyorum tam da burada …
Sayın Erçelik, özelleştirmelere karşı mücadele günlerinize dair saygımla soruyorum:
Kendinizi dünyaya bu denli kapatabilmenize şaşırmalı mıyım?
O santrallar özellikle ‘özelleştirmeler’den itibaren sizin değil, bunu hissetmiyor musunuz?
Özelleştirmeyle birlikte bir yandan ‘kamuya aidiyet’ini kaybetmiş öte yandan da varlığını sürdürebilmeleri için, işin içine ‘her ne pahasına olursa olsun, vahşileşmek’ de dahil olmak üzere çok büyük çevre zararlıları ve de çevreye ağır zararlar verme nedeni haline gelmiş, getirilmiş oldular. Ne yazık ki …
Mülkiyeti kamuya ait olsa bütün bunlar aynen yaşanır mıydı, ne dersiniz?
Sorun bu. Sorun tam da burada.
Bir zamanlar özelleştirmeye karşı çok haklı mücadeleleriniz sırasında, örneğin Yatağan’da, “Dağıtın şunları!” diye emir veren ‘Rıdvan Albay’a, “Şunlar kimler Rıdvan Albay?” başlıklı yazımda, ‘Şunlar’ diye ötekileştirerek hedef gösterdiğinin ‘İşçiler, Enerji ve Maden İşçileri!” olduğuna dikkat çekmiştim anımsıyor musunuz?
Şimdi siz ne yapıyorsunuz?
“Bölgemiz dışından gelip enerji üretmemize engel olmak isteyen marjinal provokatörler” denilerek adeta düşmanlaştırılıp ‘dağıtılmaya çalışılan’ vatandaşlarınıza karşı, “iş yoksa barış da olmaz” diyebilecek kadar kontrolunuzu, ekseninizi, yönünüzü kaybetmiş olmayı göze alıyorsunuz.
Bu durumun vehametinin farkına varmalısınız Sayın Erçelik.
Ayrıca vurgulamak isterim ki; ‘termik santralların kapatılması’ talebini dile-gündeme getirenlerin termik santrallarda çalışan, kömürde çalışan işçilerimizin üzerine basmak gibi bir niyeti yok, asla! Aksine, yeni iş olanakları oluşturulabileceği, hiç kimsenin işsiz kalmayacağı, yerinden yurdundan olmayacağı bir süreç dile getiriliyor durmadan, duymuyor musunuz Allah aşkına!
Sizin ufkunuzu bu kadar daraltan nedir?
Kulaklarınız bu kadar mı duymaz, gözleriniz bu kadar mı görmez oldu?
Neden böyle oldu Sayın Erçelik?
Haklı olarak istediğiniz ‘iş güvencesi’ni, en samimi bir şekilde, fosil yakıtlardan enerji üretmekten vazgeçilmesi gerektiğini, üstelik bunun ülke olarak altına imza attığımız uluslararası sözleşmeler gereği hemen-şimdi atılması gereken bir adım olduğunu söyleyenler veriyor size. Hiçbirinin, enerji ve maden işçilerinin işsiz güçsüz kalması, yerinden yurdundan edilmesi gibi bir vahşilik içinde olmadığını siz de biliyorsunuz aslında. Aksine onlar, ‘vahşi kapitalist hamleler’e karşı göğüslerini siper eden insanlar, bunun farkında olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca gerçek ‘vahşet’in ne olduğunu çok iyi biliyorsunuz siz de …
Bir şey daha var. Hem de çok önemli bir şey: Gelişmelerin tam da bu noktasında “İş yoksa barış da olmaz” diyerek nasıl bir algı oluşturmak istediniz? Ne kadar ‘kararlı’ olduğunuza ilişkin bir algı oluşturmak mıydı niyetiniz? Bu söylem tercihinizin tümden yanlış olduğunu belirtmeliyim. Üstelik çok ‘tehlikeli’ de …
Böyle bir vurgu, hepimizin ve elbette sizin ‘algı sağlığınız’ı olumsuz etkilemez mi?
İkizköylülerin de, “Bir cezaevine girmediğimiz bir de ölmediğimiz kaldı. İkisine de hazırız” gibi şeyler söylediğini de tabloya dahil edersek “savaş”a mı gidiyoruz, hayrola?
İkizköylü vatandaşların ‘gerekirse ölürüz’ ifadelerinin asla ve asla bir öngörü olmamasını hep birlikte dilemeliyiz … Tekrar etmek istiyorum: Hep birlikte.
…
Son söz olarak: 24 Temmuz’dan bu yana ‘Akbelen Ormanı’ odaklı gelişmelerden hareketle ülkemizde yaşanan durumu; “enerji üretimine engel olmak isteyen çevreciler” tarafından “bir maden sahasının üstündeki ağaçların kesilmesi gibi bir durum sanki bugüne dek hiç yaşanmamış gibi feryat koparıldığı”, “enerji üretmek isteyenler”in de bu duruma karşı çıktıkları diye tarif edenler var.
Bu tarifler doğru değil.
Üstelik bu tariflerden hareketle doğru yerlere varılamaz. Bu çok açık, çok net.
Hepimiz Akbelen’de yaşananları gönlümüzü, vicdanlarımızı açarak değerlendirebilmeliyiz.
Ve hiç birimiz, ‘dağıtın şunları’ komutuyla ötekileştirilerek hedef gösterilmeyi hak etmiyoruz.