Dr. Yavuz DİZDAR / Yayına Hazırlayan: Şükriye Özgül / Söyleşi / Hayykitap / 2018 / 246 sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR
Yavuz Dizdar, 1964’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ndeki orta eğitimini 1982’de; İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini 1988’de tamamladı. Tıp eğitiminin ardından, o yıllarda Siirt’e bağlı olan Batman’da yaklaşık bir yıl mecburi hizmet yaptı. 1989-1992 yıllarında İstanbul Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı’nda ilaç bilimi üzerine, 1992-1996 yıllarında Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı’nda kanser üzerine uzmanlık eğitimini tamamladı. Bu eğitimlerinin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü’nde kanser biyolojisi ve immünolojisi doktorası unvanını aldı. Halen aynı enstitüde radyasyon onkolojisi uzmanı olarak çalışmaktadır.
Tıbbi çalışmalarına paralel olarak 1994’ten bu yana Dünya Gazetesi’nde sağlık ekonomisi ve politikası konusunda yazılar yazmaktadır. İstanbul Üniversitesi’ne ve üniversiter eğitime yönelik yazılarının yer aldığı Fakülte dergisi 2008 yılından beri yayın hayatındadır. Derginin bütün sayılarına www.fakultedergisi.com adresinden erişilebilir.
Bireysel çalışmalarının amacı, bilimde yeni düşüncenin desteklenmesidir. Faaliyetlerinin bütünü “hakkaniyetli, bağımsız ve sürdürülebilir bir yaşam” başlığı altında özetlenebilir.
Kitapları
Vicdan Hayat Kurtarır! (2018), Yemezler! (2019), Julia İle Akşam Yemeği: Bilime Giden Yol Bağırsaktan Geçer (2020), Tarifsiz Neşe Değerli Hüzün (2021), Olmak ya da Olmamak (2021)
Yavuz Dizdar, önsözde şöyle diyor:
“Hassasiyetimin bütünü gençlerin geleceğiyle ilişkilidir, bu kitabın okunması için elimden geleni yapmak da boynumun borcudur. Metindeki olayların hepsi maalesef bizim gerçekliğimizdir. Alınabilenler olacağından kişi ismi verilmemiştir. Sadece gerçekten ve “bi’ zahmet” üzerine alınması gereken kurumlar ismen anılmıştır. Bir amaç sürüklendiğimiz sistemin genel eleştirisidir. Esas amaç bilim başta olmak üzere, sıra dışı değişikliklerin, yani Siyah Kuğu’nun olasılığının vurgulanmasıdır. “Ümit” sonsuza dek ışık saçacaktır.
“Yemezler!” çocukluğuma ithaf edilmişti, bu kitap ise kızımın nezdinde “çocuklarıma”, yani gençliğe ithaf edilmektedir. Keyifli okumalar dilerim.” (s. 11-12)
Bu kitapta detayını bulabileceğiniz bazı başlıklar …
* Kızartmayı bırakarak kanserden korunulmaz.
* Kanser tanısı konulan vakaların büyük bir kısmı kanser değil.
* Hastalık patlamasının bilinçli olarak yapıldığını düşünüyorum.
* Doktor öğrendiği her şeyi paraya çevirmeye çalışıyor.
* Şaşaalı hastane olması önemli değil. İçinde adam var mı sen ona bak.
* 2050’de iki kişiden birinin otistik olması bekleniyor.
* Patronlar hile hurda bilen adamları işe almak istiyor.
* Özel üniversiteler büyük boy kreş gibiler.
* Kokoreç Avrupa Birliği’ne atılmış bir goldür.
* Pilicin kanserle ilişkisini Ulusal Onkoloji Kongresi’nde anlatmak istedim, kabul edilmedi.
* Herkes halkı suçluyor. Ama halk zaten biziz.
En iyisi okumak …
… Beni bu konuda uyandıran Mutlu Tönbekici’nin Vatan gazetesinde kaleme aldığı “Yoğurtlar neden bozulmuyor?” yazısıydı. Anneannemiz bu yazıyı kesmiş getirdi benim önüme attı ve “Sen bunu biliyor musun?” dedi. Her şey böyle başladı. Ondan sonra araştırdım ve bu konu ile alakalı dört yazı kaleme aldım. Bu yazıların sonuncusunu yazarken de hüngür hüngür ağladım. Hayvana, süte nasıl bunu yaptınız? Hayatımdaki son hıçkıra hıçkıra ağlamalarımdan biridir. (Sayfa 62)
…
Pilicin durumu da inekten farklı değil. İçler acısı bir durum insanlık adına. Bu hayvanı kırk günde büyütüyorlar. Hiç güneş görmüyor o süre zarfında. Anasını manasını zaten görmüyor, kuluçkadan çıkartıyorlar. Kümesleri parti parti açıyorlar. Bir kümes açılıyor, temizliği yapılıyor, zemini yayılıyor. Ondan sonra civcivler salınıyor. Ondan sonra kırk beş gün boyunca bu civcivler besleniyor. Kırk beş günde hayvan iki buçuk kiloya ulaşıyor. Doğada böyle bir değişim söz konusu değil. Tavuk ve domuz için yapabiliyorlar bunu. Arkasından da hayvanları kesime gönderiyorlar ve kümes kapanmış oluyor. Kümesler tekrar temizleniyor fakat hayvandan atık olarak çıkanlar gübre olamıyor. Serbest olan hayvan ortamı gübreliyor. Bu hayvanlar kimyasallarla beslendiklerinden, onlardan çıkanlar da tamamen kimyasal atık oluyor. Çukur açıp gömüyorlar, oradan da yer altı sularına karışıyor maalesef. Yani insanoğlunun aç gözlülüğü bu. Fakat atılan kurşun, silahı tutana geri dönüyor, onun farkında değil. Ben bunun ceremesini hastaları görerek çekiyorum işte. Sağlıkta da ciddi anlamda çekiyoruz maalesef. (Sayfa 75)
…
Bizim hocalarımız bize böyle öğretti. O zamanlar şimdiki gibi kapsamlı bir sağlık güvencesi sistemi yoktu. Hasta geldiğinde “Yapılması gereken neyse yapılacak!” denirdi ve yapılırdı. Parası yok diye kapının önüne mi koyacaksınız hastayı? Her koşulda serumsa serum, ameliyatsa ameliyat bir şekilde hastanın işi halledilirdi. … “Bizde yer yok, sen başka yere git” gibi bir kavramımız yoktu. (Sayfa 115)
…
Başının dik olması meselesi iki açıdan çok önemli. Dışarıya karşı başın eğilmemesi önemli ama asıl önemli olan içindeki muhasebesinin karşılıksız kalmaması. Her zaman pozitif olmayabilirsin, her olaydan mutlulukla çıkamayabilirsin ama geride bıraktığın, kapattığın olay her ne ise onun muhasebesinde için rahatsa sorun yok demektir. (Sayfa 131)
…
Eğer sizin eğitim verecek kapasitede adamınız yoksa eğitim alacak adamınız bir işe yaramaz. Yani gençlerimiz var, akıllılar, zekiler ama onlara bir şeyler öğretecek deneyimli ve bilgi birikimi olan insanlar lazım.
…
Öyle büyük hastane olması önemli değil. İçinde adam var mı sen ona bak. İçindeki adam bir şey biliyor mu bilmiyor mu? Çünkü parayı verdiğin zaman bugünün inşaat teknolojisinde yüz katlı hastane de yapabilirsin. Teorik olarak hastanenin dört kattan fazla olması istenmez. Çünkü hem sevimsizdir hem imalathane gibi hastane olmaz. Bu hastanenin içine koyacak adamın da yoksa hastanenin kendisi sağlık hizmetini kurtarmaz. (Sayfa 154)
…
Bir şekilde hastalıklar arttı ve ilaç firmaları sayesinde ekonomiler dönüyor.
Bulaşıcı hastalıklarda verem, yani “ince hastalık” vardı. O dönem bu topluma nasıl yansıtılıyordu? Sinema aracılığı ile. Sinemanın ana sorunu veremdi. Kız ince hastalığa yakalanmıştır, ağır acılar çekmektedir. O dönemde hiçbir filmde ölümcül kanser diye bir kavram yoktu. Çünkü toplumda kanser diye bir algı yoktu. Olmayan bir algıyı o zaman filme aktarmanızın da bir anlamı yoktu. (Sayfa 210)
…
“Bu halktan adam olmaz” söylemine hiç katılmıyorum. Bunu herkes söylüyor, taksicisi de memuru da simitçisi de bankacısı da doktoru da; ama halk biziz zaten. Burada esas tartışılacak olan bu halk bunları yapmaya kâdir mi değil mi? … Umut var mı meselesi. Bana göre umut var, kesinlikle var. (Sayfa 215)