BAKTIKÇA … – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR
Bir yer/
Bir sonbahar akşamı. “İyi ki burayı seçmişiz buluşmak için” diye düşünüyorsun. Konuşacak ne çok şey geçiyor aklından, “unutmasam bari” … Şu koskoca beton şehirde bahçe içinde bir kafeterya bulmak ne güzel, mutlusun … Hemen yakınında rengarenk açmış cinyelerin üstünde üç beş saka, incecik çiçek saplarının üzerinde sallana sallana tatlı tatlı tohum yerlerken, “telefon etsem mi” ikirciği aklında … Sakaların kırmızılı sarılı tüyleri hafifletiyor kaygını, unutturuyor o an. “Gelir birazdan, trafik yoğunluğundandır”, huzurlusun … “Bir aksilik mi var yoksa” sorusundan ne kadar uzaktasın? İkinci bardak çayını içerken aklında “neden gelmedi halâ” filizi bir anda … Tarçın kokusu alıyorsun çaydan. Ağzında tarçın tadı yokken neden? Nedense hüzne eşlik eden bir koku gibi kalmış anılarında tarçın … “Dünyamızı çikolatalarla tatlandırmaktan bahsederiz yine tatlı tatlı” … Zaman bildiğini okuyor her zamanki gibi, akşam geliyor yine. İçerlerde dışarlarda ışıklar yanmaya başlıyor. “Olmayacak şey ama, acaba beni görmedi de başka masaya mı oturdu?” diye şöyle bir bakınıyorsun dört bir yana … “En iyisi telefon etmek”, ediyorsun … “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor …” Sık aralarla sürdürüyorsun aramayı. Hep aynı. Ve fakat her seferinde aklın olmayacak yerlere gidip gidip dönmüyor bir türlü … Neler neler düşündürtüyor sana karanlık. Masalar boşalmaya başlıyor, farkındasın, hiç kalkasın yok yerinden, hiç ayrılasın yok oradan. Beklemekten başka hiçbir şey yapasın yok. Ve ışıklar söndürülmeye başlandı. “Bir daha arasam”? Beklediğin oluyor, görevli hızla yaklaşıyor sana doğru ve: “Beyefendi kapatıyoruz”!
İlk kez düşündüğün bir başka şey o anda: “Acaba başına bir şey mi geldi?” Kötü bir şey! Bunu düşünmeye başlamak uçuruma yuvarlanmak … “En kötüsü ölüm” diyebilirsiniz ama kuşku ölümden de kötüsü …
Yoksa?
Başka bir yer/
Doğar doğmaz ölüm ne demek? Denizi bulamadan. Gökyüzünü bilemeden. Kuvözünüzde ne güneş, ne ay, ne samanyolu ne de kutup yıldızı … Saka kuşlarını, cinyeleri bilemeden. Burası dünya yine, yeni doğmuşsunuz, dakikalar önce geldiğiniz dünyanın bir yerlerindeymişsiniz, birileri varmış, bi’şeyler oluyormuş, hiçbir şeyi bilemeden. Kuşkulanmayı bile bilemeden örneğin. Kocaman kocaman insanların bile bilemediklerini siz yeni doğan olarak hayda hayda bilemezsiniz. Düşünsenize: Kocaman kocaman insanlar, anneler, babalar, nineler, dedeler, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, kimler kimler bile kuşkusuz kabullenmiş ölümünüzü. Kötülüğün bu kadarını onlar bile bilememiş. Öğrenmeye kalksalar akıl dışı. ‘Acaba başına olmayacak bir şey mi geldi’ kuşkusu öğretilebilir mi insana? Olur mu hiç öyle şey? “Olur mu olur” mu dediniz? Yanlış duydum umarım …
Kaçınılabilir kuşkulu ölümün tarifini mi arıyorum?
Bebeğinizin ölümünden kuşkulanmak insanlıktan son çıkış olmalı!
Değil mi yoksa?
Her yer/
“Her yerden çete fışkırıyor” deniyor. Canımızı çok yakan, kahredici bir tablo içinde yaşıyoruz. İlk şikayetin yaklaşık on yıl önce yapıldığı iddialarının sarsıntısının da eklendiği cehennemimizde bir yıldan uzun zamandır sürdürülen soruşturmanın-takibin ardından ülkemizdeki mevcut çetelerin arasında ‘yeni bir çete daha’ olduğunu öğrendik. Geçen hafta duyuldu, duyuruldu: ‘Yenidoğan Çetesi’ konuldu adı.
Şimdilerde; bazı ‘kötü sağlık çalışanları’nın, özelleştirmeler sayesinde kendilerine sunulan imkanları, çok sayıda minicik bebeğimizi ölüme götürecek kadar kötüye kullanmış olduklarına şaşırıyor, kızıyoruz, hiddetleniyoruz …
Tamam, çok kızalım, hiddetlenelim ama şaşırmak niye! Başta sağlık ile eğitimde özelleştirmelerle girilen yolda, buna benzer benzemez kazalar yaşamadık mı hep? Daha çok kâr etmek için vahşileştirici sistemin adı değil mi ‘özelleştirme’? Hastayı, öğrenciyi müşteri yaptığınız zaman ortaya, hizmet değil vahşet üretilmesine uygun bir zemin çıkması şaşırtıcı olabilir mi?
Ne yazık ki böyle bu.
Takip mesafemiz/
Haklı olarak: “Bunun böyle olacağı belliydi, bu olay ‘yenidoğanlarımız’ ile sınırlı değil hepimiz için geçerli” yorumları arasında tepkiler yükseliyor, yükselecek … Herkesler açıklama yapıyor. Kimileri -haklı olarak- “bedelsiz kamulaştırma yapılmalı” diyor ve herkes ‘takipçi’ olacağını duyuruyor.
23 yıldır tek başına iktidarda olanların kendilerine biçtikleri ‘takip-takipçi rolü’ dışında tümü kabulüm.
Baksanıza: Erdoğan, “Masum bebeklerin hayatıyla oynayan bu canilerin bir daha gün yüzü görmemesi için” Cumhurbaşkanı olarak konunun bizzat takipçisi olmaya devam edeceğini ve Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu ise, “Maalesef insanlıktan nasibini almamış bazı kişilerin organizasyonuyla gündem meşgul ediliyor. Gerçekten canice, kabul edilemeyecek illegalite bunlar. Biz devlet olarak bunun her zaman peşinde olduk, her zaman da peşinde olacağız” deyip her türlü cezayı ve önlemi aldıklarını söylerken, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da, “Konunun takipçisi olacağım” açıklaması yapıyor.
Sizin işiniz takip etmek ya da peşlerine takılmak değil ki! ‘DUR’ demek, önlemler almak, önlemek, DURDURMAK!
‘Özelleştirme’yi adeta bir ‘mucize ilaç’ gibi savuna ve yapageldiğiniz günlerin sonunda vardığımız noktaya bakar mısınız! Sağlık’ta özelleştirmenin ‘Dönüşüm’ sloganı ile partlatılmaya çalışıldığı ülkemizde, en son ‘Yenidoğan Çetesi’ olarak adlandırılanların insanlık dışılıklarını da yaşadık. Çok yazık!
Böylece, yıllardır sağlıkta, eğitimde özelleştirmeyle vatandaşlarımızı ‘müşterileştirme’nin nerelere varabileceğine, nelere nelere malolabileceğine tanıklık ediyoruz. Ne yazık ki sadece tanıklık etmiyor ölüyoruz da. Hem de doğar doğmaz!
Ve tahminlerimiz/
Buluşmamızın sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da takip kervanına katıldığı ‘Narin Cinayeti’ ile ilgili Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un sözlerine yer vermek ve konuyla ilgili-ilgisiz bazı tahmin ve kuşkularımla yazımı noktalamak istiyorum:
“Tabii dosya gizli, soruşturma gizli, kamuoyunda farklı yorumlar yapılabiliyor. İfadelerden yola çıkarak televizyon ekranlarında özellikle o ifadeler yorumlanırken dosyayla ilgisi olmayan birtakım TAHMİNLER de yürütülüyor ama iddianame ortaya çıktığında kamuoyu, toplum şunu görecek, Narin evladımızın katillerinin kim olduğunu TAHMİN edecek ve tabii ki bunun kararını verecek olan bizler değiliz bu bir iddianame olacak …”
Dikkatinizden kaçmamıştır sanıyorum. Bakan’ın açıklamasında bir ‘TAHMİN’ silsilesidir gidiyor. İddianame çıkmadan öncesine ilişkin kabul edilebilir olan bu ifade biçimini iddianame sonrasına ilişkin olarak da sürdürmek kabul edilebilir değil. Herkes ‘tahmin’de bulunacakmış. “Kamuoyu-toplum, Narin evladımızın katillerinin kim olduğunu” tahmin edecekmiş. Gerçekten de ortaya çıkan iddianamede cinayet nedeni ve katil(ler) kesinleştirilebilmiş değil. Cinayetin hangi nedenle ve kim(ler) tarafından işlendiği belirsiz.
Dolayısıyla işimiz tahminlere bırakılmış, kuşkularımızla tahminlerimiz arasında bir yerlerde belirsizliklerle boğuşa boğuşa, alacakaranlıkta, huzursuz, mutsuz bir yaşam sunulmuş oluyor bizlere … Sınırsız bir tahmin ve kuşku özgürlüğü içindeyiz adeta … Öyle ya; bu büyük özgürlük ortamında ne tahmin ederseniz edebilir, nelerden kimlerden nasıl kuşkulanabilirseniz rahatlıkla kuşkulanabilirsiniz … Bu fantastik koşullar içinde mahkemelerin de kararlarını bu rahatlıkla verebildiğini tahmin etmeli ya da kuşkulanmalı mıyız, ne dersiniz?
Yoksa …
Yaşasın Cumhuriyet!
Cumhuriyetimiz 101’inci yaşını doldurup 102 yaşına giriyor, kutlu olsun …
Bir Hazin Hürriyet
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu,
bir lokma bile tatmadan
yoğurursun bütün nimetlerin
hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın
el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!
Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın
şakağında düşünürsün
vicdan hürriyetiyle hürsün!
Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!
En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini,
günün birinde, mesela,
Amerika’ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in, günün birinde,
diyelim ki,
Kore’ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle hürsün
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
* Nazım HİKMET / 1951