BAKTIKÇA … – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR
Uzun uzun düşündüm ve 17 Ağustos1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinin ardından Milas ÖNDER Gazetesinde 31 Ağustos 1999 tarihinde “Bir şeyler yapmak ister miydiniz?”, 3 Eylül 1999 tarihinde “Her şey eskisi gibi mi halâ?” ve 30 Kasım 1999 tarihinde de “Bir ‘seher vakti’niz oldu mu hiç?” başlıklarıyla yayınlanmış soru/yorumlarımın bazı bölümlerini paylaşmak istedim bugün …
O günlerden bugünlere yaşanmış onca sabah hep hüzün …
6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli deprem felaketinin ardından ne yazık ki ‘yeni’ bir şeyler yazmaya gerek olmadığına karar verip 24 yıl önce yazdıklarımı tekrar yayınlıyor olduğum için çok büyük bir üzüntü yaşadığımı biliniz …
“Bir şeyler yapmak ister miydiniz?”
Körfez depreminin ardından; “Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” şeklindeki vatan toprağı tanımını, kurtuluş savaşından “deprem bölgesindeki enkazlar”a taşıyan konuşmaları dinliyor ve çok iyi yazılmış “Deprem ve Sivil Savunma Yönetmelikleri”ne sahip bir ülkede yaşadığımızı öğreniyoruz.
Ne yazık ki, boş ya da boşa konuşuyor ve yine boş ya da boşa yazıyoruz. Deprem sonrasında yapılan hop oturumlarımızla hop kalkmalarımıza baksanıza! Yine; “Ben demiştim!” ve “Biz demiştik!” ve “Siz demiş miydiniz?” ve “O da demişmiş …”lerle yatıp kalkıyoruz. Hep boşa kürek çekiyoruz. Arabayı deviriyoruz ve hemen ardından çok büyük bir ilgiyle (?), “şöyle olsaydı, şu yapılsaydı, bu olmasaydı, o durmasaydı, böyle demeseydi, …”li yollar gösteriyoruz… Bayılıyoruz böyle yaşamaya. Ama en önemli şeyi beceremiyoruz, unutuyoruz hep: Yapmak!… Bi’şey yapmıyoruz!
Körfez depreminin ardından, hemen hemen hepimiz “uzman jeofizikçi olduk” adeta. Kimi dinlerseniz, hayretler içinde farkediyorsunuz ki; herkesler bir ucundan bir kıyısından da olsa hep doğru şeyler söylüyorlar. Demek bir şeyler biliyorlar ki söyleyebiliyorlar. Ama yapmıyorlar… Bu hep böyle… Neden?
Neden bu durumumuza müdahale edemiyoruz?
Müdahale etmek yapmaktır oysa.
Müdahale etmek, kötü-olumsuz alışkanlıklarla savaşmaktır. Bu nedenle, savaşmak yapmaktır.
Müdahale etmek statükoları sarsmaktır, sarsmaktır, sarsmaktır, sarsmaktır, sarsmaktır, sarsmaktır…
Yıkmak için! Bu nedenle, yıkmak yapmaktır.
Yapmak, rahatımızı bozacaktır elbette. Halbuki, rahat rahat yapılanları seyredebilir ve olanlara, yine rahatımızı bozmadan üzülebiliriz. Seyretmek ile üzülmek, yapmak değildir. Olsa olsa ‘olanlara katlanmak’tır.
Örneğin, deprem sonralarında gıda, giyim, para yardımında bulundunuz diyelim. Çok iyi yaptınız ancak bu, dikkat çekmeye çalıştığım ‘yapmak’ değildir.
Yapmak; kötü sonuçların paylaşılması değil, iyi sonuçlar için nedenlerin yaratılmasıdır. Yapmak yaratmaktır!
…
(31 Ağustos 1999 Salı)
Herşey eskisi gibi mi halâ?
Onlara ‘atasözü’ deriz, ‘deyim’ deriz. Onlarsız edemeyiz.
Hele punduna getirip bir ikisini konuşmalarımız içinde kullandığımızda pek keyifleniriz. Belki bizi zenginleştirdiklerini, hep çok renklendirdiklerini yeterince fark edemeyiz ama, en azından şunu biliriz ki, o sözler hep vardır ve bizimdirler…
“Or’da bir köy var uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gitmesek de kalmasak da / O köy bizim köyümüzdür” gibi bir şeydirler… Ortak değerlerimiz ya da ortak paydalarımız yani ortak heyecanlarımız ya da coşkularımız… Güzel şeyler!
Zaman zaman da çok özel şeyler… Siz de zaman zaman çok özel coşkulanmaz mısınız? Gözlerinizin içi gülmez mi zaman zaman? İçiniz içinize sığmaz olmaz mı? Yüreğiniz ağzınıza gelmez mi?
“Masmavi bir portakal gibidir” sözün-dilin dünyası bu yüzden…
Deprem öncesi günlerinizi anımsayın hele…
“Şu dereye gir hele bir / Dizlerine kadar gelsin su” benzeri bir çağrı almış mıydınız örneğin? Almıştınız diyelim, uymuş muydunuz o çağrıya? Anımsamaya çalışın…
Güneş tutulmuştu bir de, anımsadınız mı?
Not etmiş miydiniz bir yerlere… Hangi gündü, saat kaçtı, nerelerdeydiniz o anda?… Dünyaya, başka türlü bir görme biçimiyle tutulmak gelmiş miydi aklınızın bir ucuna?
Peki ya aklınızın kaç ucu olduğunu merak etmiş miydiniz?
Ya da uçsuz bucaksız bir aklınız olsun diye uğraşmış mıydınız?
Deprem öncesi günlerinizi anımsatın birbirinize…
31 Aralık1999 Cuma günü ile 1 Ocak 2000 Cumartesi günü arasında, bir şeylerin başka türlü olabilmesi nasıl mümkün?
Anımsamak ve anımsatmakla belki… Ne dersiniz?
Peki ya belleğiniz nereye kadar dolu? Ya da hiç küpür biriktirdiğiniz oldu mu? Örneğin, diyelim beş yıl öncesinden herhangi bir günlük gazete var mı gözünüzün önünde?
Sahi, sizin özel bir arşiviniz var mı? Zaman zaman size göre çok özel önem taşıyan şeyleri biriktirdiğiniz bir belgeli belleğiniz var mı? Yaşamınızda hiç unutmamak ya da unutturmamak istediğiniz anlar için aldığınız bir önleminiz yani…
“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” denir. Doğrudur. Doğrudur ama bu kaçınılmaz bir şey midir?
Gözünüzün hep önünde tutarak hep gönlünüzde kalmasını isteyeceğiniz bir şeyler olmadı mı hiç yaşamınızda? Yaşamınızda öncesi ile sonrası olan bir şeyler? Sonrasında, hiçbir şeyin öncesi gibi olmadığı bir şeyler? Hele hele, “başka türlü bir şey”se sizin de istediğiniz… Hele hele, gözlerinizin bebeklerinden kıyılarına, en az dizlerinize kadar yükselmişse sular… Ve bir de, hiç ama hiç bir şekilde vazgeçmemişseniz belleğinizden… Sizin için bir şeyler fark edecektir… Geleceğiniz çok yakınınızda, belleğinizdedir.
Belleğinizin en uçları parmaklarınızın da uçları olmasın sakın?…
Unutmak yoksa, uçsuz bucaksız demektir aklınız…
Ve Susurluk’tan önce ve sonrayı, depremden önce ve sonrayı, güneş tutulmasının öncesi ile sonrasını hep bu nedenle unutamazsınız. Unutmak olamaz artık.
Gözünüz, gönlünüz ve aklınız hep birliktedir çünkü.
Ve “Sora sora Bağdat bile bulunur” artık … (3 Eylül 1999 Cuma)
‘Bir seher vakti’niz oldu
mu hiç?
… sabah gri / soğuk gri
tir tri de tri / tir tri de tri …
Sabaha karşı, gün ışımasıyla yarışır ve sabaha karışır gibi yazmaya başladığımı fark ettim… Uzun süredir kimsecikler gelmemiş, telefon bile çalmamıştı… Rüzgar, kentin isli, sisli, puslu havasını dağıtmıştı üstelik…
Yüzyılın son sonbahar gününü göstermeye başlamıştı bile penceredeki gün ışıması… Uykuların en derinleştiği anlarda, gün ışığının hızla çoğalmasına tanık olamadan başladığınız günlerinizden birinde daha yoktunuz yine …
Her zamanki gibi, sıradan bir gün ışımasıydı işte. Güneş bile yoktu daha ama, ardından yetişilmesi de güçtü!
Radyoyu açtım… Bir süre gezindim kırmızı çubukla. Hiç bir güçlüğü yoktu bu gezinmemin. Ve kırmızı çubuğu öyle bir yerde bıraktım ki; sağındaki solundaki bütün sesler, rüzgarı da alıp yanıbaşına, katılıvermişti gün ışığının hızlanışına …
Bir de pencereyi açtım. Soğuktu. ‘Sıfır’a yakın gibiydi. O anda, bir tek üşümemek bile güzel ve yeterliydi aslında… Ama ‘açık pencere’ tam bana göreydi. Çünkü açıktı. Açık olduğu için de, tam istediğim kadar hızlandırabilirdi beni, gün ışımasına yetişebilmem için.
Ve yetişebilmek için günün ışımasına, bakılmadık hiçbir yer bırakmamacasına bakındım… Griydi. Bakındım ama olmadı… Yetişemedim. Gün ışığı doldu yine … Güneşli bir sabah oldu…
Deprem olalı kaçıncı sabah?
Depremler sonrasında evsiz barksız kalan yurttaşlarımızın, bu sabah da ‘üşümek’ diye bir sorunları vardı. Soğuk gecelerden uyuyabilip kaçamamak ve sabahlara aniden doluveren gün ışığıyla ısınamamak diye bir sorunları vardı; artıyordu üstelik …
…
Gün ışığının da, bu soruların yanıtlanabilmesine bir katkısı olmayacak gibi… Güneş hızla ilerliyor… Ardından yetişebilmek artık hiç mi hiç olanaklı değil. Bi’tek tutulabilmek mümkün ona… Ama sabahın seher vakti, bir kez daha hem bugünün ilk hem de dünün son vakti olmaktan ötürü yine de mutlu, umutlu … (30 Kasım 1999 Salı)