Ayşegül KAŞKAR –
Ahmet Ümit / Öykü / Everest Yayınları / Haziran 2017 / 124 sayfa
Ahmet Ümit, 1960 yılında Gaziantep’te kilim tüccarı bir baba ve terzi bir annenin 7 çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gözlerini açtı. Lise dönemlerinde çıkan bir kavgadan dolayı 24 arkadaşı ile birlikte Gaziantep Atatürk Lisesi’nden Diyarbakır Ergani’deki bir liseye sürgün gönderildiler. Liseyi bitirdikten sonra 1979’da Marmara Üniversitesi’nin Kamu Yönetimi bölümünde yükseköğrenimine başladı. Öğrencilik yıllarında tanışıp evlendiği Vildan Hanım ile evliliğinden Gül adında bir kızı oldu (1981). 1980 darbesinin ardından derneklerde çalıştı. 1982’de düzenlenen “Anayasaya Hayır” kampanyasına katıldı. Duvarlara afiş yapıştırırken yakalanan arkadaşları için öykü şeklinde yazdığı rapor, takma adı olan “K. Yalçın” imzası ile önce Atılım Dergisi’nde, sonra Prag’da 40 dilde yayın yapan Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi’nde yayınlandı. Yazarlığa adımını bu rapor/öykü ile attı.1983 yılında üniversite öğrenimini tamamladı.
Üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından 1985’te Moskova’ya gönderildi. 1985-1986 yılları arasında Moskova Sosyal Bilimler Akademisi’nde eğitim gördü. “Kar Kokusu” (1998) adlı romanı, bu dönemde yaşandıklarından izler taşır. Moskova’da iken şiir yazmaya başladı. 1989’da aktif politikadan ayrıldı ve “Sokağın Zulası” adlı şiir kitabını yayımladı. Arkadaşı Ali Taygun ile bir reklam ajansı çalıştırmaya başladı. 1990 yılında bir grup edebiyat tutkunuyla birlikte “Yine Hişt” adlı kültür-sanat dergisini çıkardı. Şiir, öykü ve yazılarını Adam Sanat, Yine Hişt, Öküz ve Cumhuriyet Kitap dergileri ile Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımladı.
1992 yılında yayınlanan ilk öykü kitabı “Çıplak Ayaklıydı Gece”, aynı yıl Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü’nü aldı. Bu kitap Ahmet Ümit’i yazın dünyamıza tanıtan ilk kitap olma özelliğini de taşır. Arkadaşı, tiyatro yönetmeni Ali Taygun’un teşvikiyle polisiye yazmaya ağırlık veren Ahmet Ümit, 1993 yılında atv için çekilen “Çakalların İzinde” adlı polisiye dizinin öykülerinin ve senaryosunun yazılmasına katkıda bulundu. Ardından da 1995’te, çeşitli gazete ve dergilerde Franz Kafka, Dostoyevski, Patricia Highsmith, Edgar Allan Poe ve polisiye roman yazarları üzerine inceleme ve tanıtım yazıları kaleme aldı.
Ahmet Ümit, Türk tarihini de içinde taşıyan konulara eserlerinde yer vererek ilgiyle okunan usta bir yazar. Polisiye türünde yazdığı kitap ile adını yurt dışına taşımayı başaran ilk Türk yazar olan Ümit’in ‘Sis ve Gece ‘ isimli kitabı Yunanca’ya çevrilerek Yunanistan’da satışa sunuldu.
En popüler kitaplarından olan “Sis ve Gece” romanı Turgut Yasalar tarafından, “Bir Ses Böler Geceyi” ise Ersan Arsever tarafında sinemaya uyarlanmıştır. Uğur Yücel de “Karanlıkta Koşanlar”ı dizi film olarak çekti. “Aşk Köpekliktir” isimli hikayesi ise Akla Kara Tiyatrosu tarafından sahnelendi.
Eserleri
Roman/ Bir Ses Böler Geceyi, Sis ve Gece, Kar Kokusu, Patasana, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, Kukla, Beyoğlu Rapsodisi, Aşk Köpekliktir, Kavim, Bab-ı Esrar, İstanbul Hatırası, Sultanı Öldürmek, Beyoğlu’nun En Güzel Abisi
Öykü/ Çıplak Ayaklıydı Gece, Agatha’nın Anahtarı, Başkomser Nevzat: Çiçekçinin Ölümü, Başkomser Nevzat 3: Davulcu Davut’u Kim Öldürdü?, Başkomser Nevzat Tapınak Fahişeleri Gülgeç
Şiir/ Sokağın Zulası
Deneme/ İnsan Ruhunun Haritası
Masal/ Masal Masal İçinde, Ninatta’nın Bileziği (Destan), Olmayan Ülke
Çıplak Ayaklıydı Gece
Çıplak Ayaklıydı Gece kitabı 9 öyküden oluşuyor; 78’linin Mektubu, Bir Akdeniz Düşü, Sığınak, Ölümün Hükmü Yok!, Pezevenk, Gökyüzünde Yıldız Olmak, Ayışığınnda Klarnet Taksimi, Beni Yine Hamama Götür Anne ve Yitik Kentin Kıyısında.
78’linin Mektubu …
“Kaç arkadaş bıraktık,
bu kentin kırmızı topraklarına?
Kaç gülüş söndü yüzümüzde?”
Sevgili Kardeşim Enver
(Enver Kurt, 1977 yılında Gaziantep’te öldürüldü)
Seni son gördüğümde o küçük parkın beton duvarına oturmuş, birileriyle sohbet ediyordun. Vakit akşamüzeriydi, kıştan kalma bir ikindi güneşi oturduğun parkın yapraksız ağaçlarını ısıtmaya çalışıyordu. Ben belediye otobüsündeydim. Okuldan çıkmıştım, evimiz faşistlerin kontrolünde olan bölgede bulunduğundan, önce bizim kontrolümüzdeki semte geliyor, sonra karanlık iyice bastırınca babaevinin kapısını çalabiliyordum. Neyse, ben otobüsteydim, sen parkın beton duvarına oturmuş sohbet ediyordun. Birbirimize sadece el sallayabilmiştik. O günden sonra bir daha görüşemedik.
Ertesi sabah ölüm haberini almıştım. Sabah namazına giden babam, evinizin önünden geçerken ağlama sesleri duymuş. Gelip bana haber verdi. İnanamadım. İnanmak güçtü. Her gün insanlarımızı teröre kurban versek de, hatta kayıpları artık kanıksamış olsak da, içimizden birinin ölümü, hele senin ölümün kolay kabullenilecek bir durum değildi.
Belki de bu yüzden, bu kadar geç kaldım sana bu mektubu yazmakta. Öldüğüne hiçbir zaman tümüyle inanamadığım için. Ama biliyorum gerekçe değil bu, sana yazmakta epeyce geciktim. İşin kötüsü bu gecikmenin geçerli bir nedeni de yok. Biliyorum, ne coşkulu boykotlar, sokak çatışmaları, karanlık duvarlara yazılan renk renk yazılar, yüz binlerin katıldığı mitingler ne askeri darbe sonrası İstanbul’un gün görmüş sokaklarında gizli saklı yapılan görüşmeler, iki kişilik toplantılar, eylemler ne de yazma serüveninin getirdiği bir sürü ıvır zıvır… Seni toprağa verdiğimiz o ılık bahar gününden bu yana, sana yazmamamın nedeni olabilir. Bu gecikme için beni affet.
Eminim beni görsen tanıyamazsın. Bu doğal; aradan yıllar geçti. Ama benim söylemek istediğim başka. Başımızdan o kadar iş geçti ki, senden sonra, onlarca yıl değil, birkaç ömre sığabilecek kadar çok yaşadığımı hissediyorum. Belki yıllar önce asmaların buğulandığı çardakta oturup Tel Zaatar Kampı’ndakilere yardım için Filistin topraklarına gitmeye kalktığımız o sıcak yaz gününde olduğu gibi bugün de intifadada direnenlere seve seve omuz vermeye gidebilirim. Ama, inan ben çok değiştim. Önce, yıllar süren kanlı takipte, bütün kuşağımla birlikte av rolünde oldum. Sonra, daha nasıl olduğunu bile anlayamadan, o granit kadar sağlam sandığımız inançlarımızın temellerinden sarsıldığını gördüm. Her gün birileri televizyonda, gazetelerde: “Teknoloji sosyalizmi yendi” diye bangır bangır bağırırken epeyce geç kalmış bir yolcunun telaşıyla o kitaptan bu kitaba savrularak düşünsel bir histeriyi yaşamaya başladım. Sonra duruldum, sonra daha 14 yaşındayken atıldığımız devrimci serüvenin, o bir daha yaşanması imkânsız olağanüstü günlerin heyecanını düşündüm, o heyecanı var eden duyguyu. Bu duygu, iktidarı istememekti. Evet, iktidarı yıkıp işçi sınıfının iktidarını kurmaya çalışıyorduk ama bu gerçek değildi. Çünkü işçi sınıfı ya da halk bizden çok uzaktı. İşin gerçeği hep de öyle kaldı. Devrimci olan bizdik; bir avuç inanmış, idealist insan. Bizi güzel kılan yanımız, muhalif olmamızdı. Kaybeden taraf olmamız. Bana kalırsa, devrimciler hep muhalefette kalmalı, hep aykırı olmalı. İktidar kirletiyor. İktidar bize göre bir şey değil. Biz dünyanın dönüşümünü, iktidara gelmeden gerçekleştirmeliydik. Bunu yaptık da, 20. yüzyılın başında grev istediği için işçiler öldürülürken, düşünce özgürlüğünden bahseden aydınlar hapse atılırken, kadın hakları acımasızca çiğnenirken, barıştan söz edenler vatan haini sayılırken, o günün belgileri, bugün insanlığın vazgeçemediği evrensel değerler oldular. Yani biz yenilmedik, yani sen boşa ölmedin.
Biliyorsun bizim kuşak, 68’liler kadar bile okumamıştı. Teksesli bir kültürden, daha demokrasinin “d”sini bile öğrenmeden sosyalizme gelmiştik. Otoriterlik atalarımızdan miras kalmıştı bize. Savaşsız, sömürüsüz bir dünyayı kurmak için bir araya geldiğimiz örgütlerde de bu teksesli despotizmi bayrak haline getirdik. Soru sormak, kuşku duymak: İhanetti. Susmak, uyumlu olmak: Erdem. Böylesine kör, ortaçağvari bir bağlılık, yıllarca kapalı kalmış kapıların, pencerelerin ansızın açılıvermesiyle direnç bile gösteremeden çözülüverdi. Baskı döneminin yok edemediği bizler içeride, dışarıda, sürgünde içimizdeki fırtınalarla kalakaldık. Artık “biz” yoktu ama, “ben” de oluşmamıştı henüz. Sosyalizm, tarihin uzun koridorlarında kendi kimliğini bulmaya çabalarken, bizler de yıllarca uzak kaldığımız gündelik yaşam biçimlerinin kıvrımlarında gençliğimizi aramaya koyulduk.
Anımsar mısın bilmem. Kapalı salon toplantılarından birinde, coşkulu bir kalabalığa yaptığın konuşmayı, “Dünya dönüyor, dünya emperyalizme, faşizme vura vura dönüyor” diyerek bitirmiştin. Evet Enverciğim, dünya hâlâ dönüyor. Biraz yavaşlamış olsa da, çizdiği kavisler hafifçe titrese de dünya dönüyor. Ülkemizde olmasa bile yeryüzünde demokrasi bilinci gelişiyor. Bugün nükleer felaketten biraz daha uzağız. Sermayenin küresel saldırısına, ilerici insanlık küresel bir karşılık vermeye hazırlanıyor. Varsın Moskova’da McDonald’s’ın önündeki kuyruk, Lenin’in mozolesinin önündekinden daha uzun olsun. Varsın halka dayanmayan sosyalist yönetimler çöksün. Varsın çağı yakalayamayan devrimci partiler yıkılsın. Ben yine de insanlığın savaşsız, sömürüsüz bir dünyayı kuracağına inanıyorum. Uzaklarda bir yerlerde hiç yaşanmamış güzel günler, serüven duygusunu akılla birleştirebilecek insanları bekliyor. Don Kişot, Che ve sen, bence bu insanların öncülerindensiniz. Sizi düşündüğümde, yüzümü gölgeleyen endişe bulutları kayboluyor, sevinçle doluyorum. İnsanlık biraz daha güzel görünüyor gözüme. Seni tanımış olmak, hayatımdaki en büyük ayrıcalıklardan biridir. Çünkü sen, yaşamı güzel kılan o ender insanlardan birisin.
Hoşça kal benim hep genç kalacak yiğit arkadaşım. (Sayfa 9-13)