BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
‘Pat’, birdenbire oluveren bir şeyler için kullandığımız bir yansıma sözcüğümüzdür. ‘Pat diye düştü!’ deriz örneğin. Bir anda olmuş, önlenebilmesi olanaksız her durumu özetler.
‘Kasım Patı’ da Kasım ayı boyunca ‘pat diye açan’ çok güzel bir çiçektir. (Bakmayın siz adında ‘pat’ oluşuna ve benim de ‘pat diye açar’ yazışıma: Sonuçta, elbet Kasım ayı içinde bir sabah, sözcüğün çağrıştırdığı gibi bir açışa koşan yeterince ‘sabırlı’ bir ‘pat’tır onunki de … Büyük bir özenle, titizlikle olup olgunlaşıp aramıza usul usul katılır onlar da diğer bütün çiçekler gibi …)
Bir çiçeğin zamanı gelince ‘pat’ diye açması sadece ‘Kasım Patı’na özgü bir özellik değildir elbette … Örnekse, papatyalar için de, içlerinde ‘pat’ı en güçlü şekilde barındıran, koca koca kırları ‘pat-pat’(ya)larıyla gümbür gümbür dolduran bir tür ‘ilkbahar patlaması’dırlar diyebiliriz … Sarı sarı göbekleriyle onların da dünyamıza gelişleri bir hayli patırtılıdır ama aklımıza ‘Mart ya da Nisan patı’ diye adlandırmak gelmemiştir onları, neden dersiniz? Çünkü, ilkbaharda açan çok çiçek vardır. Her biri kendine özgü rengarenk coşkusuyla koşa koşa gelir dünyaya …
Elbette sonbahar da ‘bahar hakkı’nı kullanacaktır. Örneğin çiğdemler, ilk yağmurların koluna girip de çıkarlar yeryüzüne? İlk dansı onlar ederler. En erkeni Eylül sonu ya da olsa olsa Ekim başında … Sonra sonra bir sessizlik çöker, büyük bir patlama öncesi derin bir sessizlik … Derinlik sessizlikle daha da derinleşir, dipsizleşir. Ve sonbaharın son ayı olan Kasım çıkageldiğinde, adeta havai fişekler gibi karşılar onu ‘pat’lar. Bu nedenle ‘Kasım Patı’ deriz onlara … Sonbaharda görüp göreceğimiz en son ‘bahar hakkı’mızı onlar yaşatır bize ay boyunca pırıl pırıl rengarenk, sonra da ‘kış’ kışlığını yapmaya başlar …
Kasım patlarının, ‘küresel değişiklikler’ içinde yanıp sönse de sevgili ülkemizin iklim güzellikleriyle sarmaş dolaş hallerinin hemen yanıbaşında bize özgü bir başka ve kocaman bir anlamı daha vardır:
Kasım patları bizi Atatürk’e götürmek için gelirler …
Yazımın başında bir parantez açıp eklediğim gibi ‘pat’lar, asla bir ‘pat’lama olarak değil, büyük bir özenle, titizlikle olup olgunlaşarak aramıza usul usul doğmaktalar … Bir yere kadar ‘dünyaya veda etmek’ için de geçerli değil midir bu durum …
Güneşli bir Kasım sabahı yazıyorum bunları … Yani ‘ölüp gitme’yi de bir çiçeğin dünyaya gelişine benzetebilmiş olmamın sorumlusu ‘güneş’tir, bu kesin.
Bunu herkesin böyle düşünmesini istedim şu an nedense …
Yoksa ‘ölüm’; hiç olmayacak, hatta kendisine hiç yakışmayacak kadar beklenmedik bir hızla gelip alabiliyor bazen alacağını … ‘Kaza’ diyor, ‘afet’ diyor sürdürüyoruz yaşamımızı … Bir süre sarsıcı etkisini yaşıyor, sonra sonra alışıp gidiyoruz, kapılıyoruz günlerin akışına güneşin altında …
Ama Kasım Patı bir başkadır … Doğmak gibidir. Bana öyle gelir. Her biri ‘ölüm-doğum’ sarmalına kaçınılmaz katkıdır … Dolayısıyla iyidir-hoştur ve tam karşılığını da ‘Kasım Patı’nda bulur …
…
10 Kasım’a en yakışan çiçektir Kasım Patı.
10 Kasımlarda sevgimize, hüznümüze en iyi tercümandır Kasım Patları …
Dünyanın en dayanılmaz ayrılık acılarından birine en güzel ilaçtır Kasım Patları …
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e en büyük teşekkürdür Kasım Patları …
O’na saygımızı, sevgimizi en içten sunmaktır Kasım Patları …
O’nu yaşatarak anmaktır Kasım Patları …
Atatürk’ün başlattığı devrimci yolda devrimlerle yürüyebilmektir.
Devrimler çiçek çiçek ‘patlaması’ değil midir tarih içindeki yolculuğumuzun …
…
Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, aramızdan ayrılışının 82’nci yılında sevgiyle anlıyor, saygıyla anıyorum …
Hepsine belleğim yetmese de Kasım ayında yitirdiğimiz ve adlarını sevgiyle anmamız gereken Orhan Veli, Sevgi Soysal, İlhan Erdost, Ümit Yaşar Oğuzcan, Melih Cevdet Anday, Bülent Ecevit, Esin Afşar, Server Tanilli ve Gülten Akın’a kasım patları sunuyorum … Daha kimbilir kimlere kimlere … Milas’ta Hüseyin Serin ve Günay Karadağ’ı da aramızdan ayrılışlarının ikinci yılında anıyorum … Ve en son Datça’da yaşarken yaşarken bir Kasım sabahı yitirdiğimiz Timur Selçuk’u da kasım patlarıyla uğurluyorum …
Yine öldük!
‘İzmir Depremi’!
30 Ekim 2020 tarihini, tarih içindeki yolculuk günlüğümüze bu şekilde not etmiş bulunuyoruz …
Deprem sonrasının kahreden görüntülerinden neler öğrendik, ne gibi dersler aldık?
Kaç gün sonra küllenecek bu yangın?
Yine unutacak, öyle bir felaketi yaşamamış gibi mi yaşayacağız?
Yoksa …
Moloz haline dönmüş bina yıkıntılarının içinde yaşamını yitirmiş sevgili yurttaşlarımızın acısıyla, kendimize -hiç olmazsa- ‘hayat üçgeni’ imkanı bulabileceğimiz binalarda yaşama hakkı için hiçbir şey yapamayacak mıyız yine?
Yine ve yine “mucize beklentileri”yle ağlaşıp duracak mıyız ekranların başında?
18 yıldır iktidarı mesken tutmuş olanlar, önceliklerini ‘insan yaşamı’ndan yana değiştirmeksizin iktidarlarını sürdürebilecekler mi yine!
Bunu nasıl başarabiliyoruz gerçekten …
Bu durumumuzu ‘akıl’ ile açıklayabilmek mümkün mü?
Yine; ilk anda ya da bir anda “yıllardır toplanan ‘deprem vergileri’nin nerelere nerelere harcandığı”nın geliverdiği ‘akıllarımız’ nerelerde ya da nerelere gidiyorlar Allah aşkına …
Sözü hiç evirip çevirmeden yazıyorum: Deprem’de ölmek ve yaralanmak ‘hak ihlali’dir!
Saatlerce moloz yığınlarının içinde, üzerinde dayanılmaz ağırlıklarla ezile büzüle canlı ya da cansız kalıvermek ‘yaşam hakkı’nın ihlali değil de nedir!
Bunu önemle not edip, ardından yeni yasal düzenlemeler yapıp mevzuatın ödünsüz, eğip bükmeden uygulanması adımları atılmalı, devlet yurttaşlarının ‘yaşam hakkı’na saygının gereği olarak topladığı vergileri doğru yerlerde kullanmaya bir an önce başlamalıdır. Aksi bir durum ‘suç’tur!
Sevgili ülkemin bu ‘suç’a artık tahammülü yoktur!
Hiç kimse artık bu ‘suç’a ortaklık, yataklık etmemelidir.
“Benim bazı şarkılarım, marşlarım da yumruksuz söylenmez!”
Onun şarkıları, marşları hep bizimle …
Çocukluktan gençliğe yürürken, özellikle ders çalışırken verdiğim aralarda-molalarda şarkı söyleme alışkanlığımda en çok onun şarkılarını söylerdim. Yakın çevrem bilir, neredeyse bilmediğim şarkısı yoktur ve buluşmalarımızda ısrarlar eşliğinde bir başladım mı durmak bilmezdim … Fırsatını her bulduğumda da asla kaçırmayacağımı kolayca tahmin edebilirsiniz … İspanyol Meyhanesi, İnme, Ayrılanlar için, Caddeden Sokaklara, Biz aşkla başı dönmüş iki çocuk, Böyledir akşamları İstanbul’un, Beyaz Güvercin, Bugün Yarın Daima, Karantinalı Despina, Hürriyete doğru, Hürriyet Marşı, Duyar mısın, Nereye Payidar, Çoban Çeşmesi, Bir Milli Kurtuluş Türküsü, 1 Mayıs … Ama en son şarkı hep “Güneşin sofrasında söylenen türkü” olurdu …
“Dostların arasındayız, Güneşin Sofrasındayız …”
…
Kaç yaşında ve nerelerde olursak olalım biz onun şarkılarında, marşlarında yaşayacağız … Daha da ötesine geçmek istiyorum: Biz şarkılarıyız, marşlarıyız onun … Kavuşmalarımız, ayrılıklarımız, buluşmalarımız, sevincimiz, hüznümüz, dünyaya bakışımız, yürüyüşlerimiz, mitinglerimiz, sloganlarımızdır o şarkılar, o marşlar … Gencecik omuzlarımızla altına girmekten bir an bile tereddüt etmeden taşıdığımız onca yüke, acıya, özleme, gördüğümüz insanlık dışı işkencelere, açlık grevlerine, daha daha pek çok şeylere rağmen ‘verdiğimiz söz’den, yürüdüğümüz yoldan dönmemektir bizim için o şarkılar, o marşlar … İnsan olabilmek, insan gibi yaşayabilmek, her gün her gün yeni bir şeyler öğrenebilmektir … Şu güzelim dünyaya sevgiyle sahip çıkabilmek, ‘başka bir dünya’ kurabilmektir …
…
1 Eylül 1993 tarihinde, yani 27 yıl önce bir Dünya Barış Günü’nde Buca Belediyesi Kültür-Sanat Etkinlikleri kapsamında bir ‘Barış Konseri’ düzenlemiştik Timur Selçuk ile … O sıra, Buca Belediyesi’nde Kültür-Sosyal İşler, Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Koordinatörü olarak görev başındaydım … Dikili Festivali’ndeki konserinin öncesinde buluşup görüştüydüm kendisiyle … Doğallıkla çok heyecanlıydım, yaklaşık dört yıldır görev yaptığım Buca Belediyesi’nin tarihinde bir ilk olacaktı, Timur Selçuk Buca’da konser verecekti! Tarih de çok yakındı, o nedenle kabul etmezse, 29 Ekim 1993 seçeneğini önermeye, yine olmazsa onun için uygun bir tarihi kabul etmeye hazırlamıştım kendimi … “Olur, yaparız!” deyiverdi … Çok fazla ayrıntı da istemiyor gibiydi … “Bu piyanoyu alırsınız İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden …” diye ekledi … Ben, konseri Buca Eğitim Fakültesi Konferans Salonu’nda yapacağımızı, salonun yaklaşık 500 kişilik olduğunu falan söyledim … Çok mutluydum. Onu da söyledim … Telefonlaşırız yine dedik … Uçuyordum.
Konser gününden bir iki gün önce, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İzmir eski fuar alanı içindeki Belediye Bandosu binasına gidişimi anımsıyorum. Gerekli yazışmaları yapmış ve o gün piyanoyu alacaktık. İşlemler tamamlanıp sıra piyanonun yüklenmesine geldiğinde gözlerime inanamadım: Bir forklift geldi, bana göre ‘hiç olmayacak’ bir özensizlikle piyanoyu kaldırıp kamyonetin kasasına koyuverdi … O sırada, benim dehşet içindeki halimi gören bir yetkili, “Merak etme, bu piyano yıllardır böyle kullanılıyor” gibi bir şeyler söylediydi … O piyano konser salonunun sahnesine konuncaya kadar ben, deyimin tam anlamıyla ‘öldüm öldüm dirildim’ … Konser günü öğlen saatlerinde Timur Selçuk’la buluştuk, salona girdiğimizde aklımda büyük bir fırtına: “Bu piyanodan nasıl ses çıkacak, çıkacak mı … Son anda bir aksilik çıkarsa ne yaparım” kaygılarımla beni ordan oraya savurup duruyordu … “Salon güzelmiş” deyişiyle huzura ermem mümkün değildi, sadece gülümseyebildim … Sahneye çıkıp piyanoya doğru yürüdü … Tuş kapağını kaldırıp bir iki dokundu … Kulağıma çok hoş gelen sesler dolaştı salonda … Bütün cesaretimi toplayıp “Nasıl durum?” dedim … “Çalınır” dedi gülümseyerek … Bu karşılığı alınca, bir anda her şeyi itiraf ettim kendimce, dizlerimin bağına dek çözülüverdim … Forkliftin piyanoyu şöyle bir yoklayıp havaya kaldırışını, kasaya konurken bana sanki dağılıverecekmiş gibi gelişini, duyduğum tarifsiz endişeyi falan peşpeşe sıralarken o gülümseyerek şunları söyledi: “Bu piyanoyla yıllardır tanışıyorum, neler çektiğini en çok ben bilirim … Dikili’de benimle görüştükten sonra konseri izlediniz mi?” … Giderek rahatlıyordum: “Elbette” dedim. Şöyle sürdürdü: “O gece çok nemli bir hava vardı, tuşlar taş gibi sertti … Ben o gece parmaklarımla değil yumruklarımla çaldım bu piyanoyu … Konserlerimde yumruklarımın havada oluşu, hep parçaları sert-etkili söylemek için sanılır ama öyle değil … Beni biri uzaktan görse ‘bu adam kimi dövüyor’ derdi o akşam … Ben çok kibar, nazik bir adamım ama piyanolar beni mecbur ediyor, ses çıkabilsin diye yumruğumu indirmem gerekiyor tuşlara … Yani piyanoyu çalmak değil dövmek gerekebiliyor bazen … Bu akşam da döve döve piyanoyu, tamamlarız konseri merak etmeyin” dedi gülerek …
Benim istediğim yanıttan fazlasıydı söyledikleri ve peşi sıra eklediği “Elbette bunu şaka olsun diye söyledim … İnsan yumruğunu ne zaman kullanacağını bilmeli … Benim bazı şarkılarım, marşlarım da yumruksuz söylenmez …” sözlerini dinlerken, konser etkinliği başarıyla tamamlanmış ve salon ayağa kalkmış da alkışlarıyla Timur Selçuk’u selamlıyordu sanki …
Timur Selçuk, hep bu çok özel anımda da bana yaşattıklarını yaşatmıştır varlığıyla: Güven verici içtenliği ve gücünü arttıran ustaca rahatlığı ile mutluluk kaynağı olabilmiştir … Bu mutluluk, bomboş bir sabun köpüğü gibi yaşanmaz. Yaşattığı sarsıntıları, yarattığı sorgulayıcılığı izleyen bir arınma mutluluğudur onunki …
Eserleriyle, anılarıyla, düş ve düşünceleriyle sonsuza dek yaşayacak, yaşatılacak …
Timur Selçuk bunu, yani ‘ölümsüzlüğü’ fazlasıyla hak ediyor çünkü …
Atatürk nerde?
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
Nerde miyim ben şimdi
Geceler parlarken
Afrika’dayım, Güney Amerika’dayım,
Çin’deyim,
Kim korkusuzsa
Onun yüreğindeyim.
Nerde miyim ben şimdi
Aydınlıktan daha derinde,
Gerçeği görmek için
Kim güneşe bakıyorsa
Onun gözlerinde.
Nerde miyim ben şimdi
Başlangıcında kocaman bir sonun.
Özgürlüğe doğru
Kim yürüyorsa
Ayaklarında onun.