BAKTIKÇA – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR –
Günlerden Salı. Gün yeni başlıyor. Acemi. Sakin. Gecenin şu vaktinde bahçe kapısının önü kalabalık. Kötü haber! Gülbahçe’deyiz. Hep birlikte miyiz? …
Bahçedeyim. Zaten abimle benim yaşamımızın eksenini belirleyen en baştaki üç etken: Ev, bahçe, Gülbahçe …
Dışarısı ille de olmuştur, olmazsa olmaz ama tümüyle oyunmuş gibi başlayan yaşamlarımızda oyun arkadaşlarınız neredeyse orasıdır dünyanız. ‘Dünyaya gelmek’ denilen dünya önce orasıdır. Şimdi oradayız! Bahçelerde … Emeklemek isteği geldi içimden. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi çöktüm dizlerimin üstüne. Önüm arkam sağım solum gündüz saatlerinden kalma sıcaklığı içinde tutan toprak. Saklanmıyorum, açıktayım, gözler önünde, çıplak. Çocuk. Abimin eli omuzumda. Aynı dünyadayız. Babamızın mangalda irmik helvası yaptığı dünyaya önce o gelmiş … Önce gitmesi bundan mı? Ama daha çok erken.
Bir bahçeler kentindeyiz. Her yer bahçe. Herşeyimiz bahçe. Sokak pek yakında ama cadde henüz yok … Arayıp soran da yok zaten. Dışarlarda bir yerlerde …
Niye bu kadar ıssız geldi bana burası? Ses yok soluk yok. Herkes uykudaymış. Soluk bile uyumuş kalmış; öyle deniyor. Ya ses? Duyulmamış mı, ne olmuş? Ne zaman olmuş? Nasıl olmuş? Neden, neden, neden? … Yolculuk nereye? Ne bu acele … Ne gerek vardı … Hazır, ıssızlığın ortasına varmışken oturup kalsak ne güzel olur. Yollar kalabalıktır yine? İnsanlar bir o yana bir bu yana. Bir koşuşmacadır gidiyordur yine. Ve ille de göz gözü görmez bir uzaklaşma; oramızda buramızda aramızda. Bildiği gibi herkesin, orası başka bir dünya, bu kesin. Hava çok sıcak yine.Aynen böyle …
Birden gözlerimi açıyorum. Kıyıda bir uçtan bir uca deniz dolaşıyor yine. Gelip geçiyor sanki ama gelip geçici değil. Kalıcı. Özbek üzerinden gün ağarıyor. Her zamanki gibi şaşırtıcı renklerle geliyor gün. Zorlanmıyorum. Yıllarım bu benim. Bu nedenle içimde küçücük bir huzur. Büyümeksizin öylece duruyor. İki küçük çocuk gibiyiz, ben ve huzur. Orada yıllardır birlikte duruyoruz sanki. Tam nerede bilmiyorum. Oralarda bir yerdeolduğunu biliyorum ama. Denize bakıyorum duvara dayanıp. Yosunlanmış taşlar yeşil, kaygan. Gözlerim kayıyor o küçücük kayığa. Biniyorum. Huzurum oradaymış gibi geldi bana o an. Ama aramayacağım onu, nerdeyse nerde. Telâşa gerek yok … O bir tek benim huzurum nasılsa … Liman İzmir – ENİŞTE! Abim Kenan’ın küçücük teknesi. Gülbahçe’de denizin kalbinde atıyor.Tıkır tıkır saat gibi. Balıkçı teknelerinin, adeta bir tür kriz gibitelaşlandırdığı denizde pırıl pırıl bir huzur orası. Çocukluk gibiyiz onunla, oynuyormuşuz. İlk oyun arkadaşım dedim ya. O zamanlar ‘abi’ mi var aramızda. Zaten taaaa babamızı kaybedene kadar Kenan derdim ona. Sene 2005. Ocak ayı. Bir anda ‘abi’ demeye başladım. Konuşmaya başlamış kadar büyük bir adım. Kocaman. Teknedeyiz. Balığa çıkacağız. Oyun. Gopezler, iri ısparozlar, lidakiler … Ne güzel. Sabahın köründe bizi uyandıran babamla birlikteyiz. Yatarken verdiğimiz sözden hiç pişmanlık duymadığım sabahlardaki gibiyiz. Bir küçücük dokunuşla yataktan fırlayıp koşuyoruz. Babamla balık tutmak dünyanın en başarılı işi. “Bu gidişle tencereyi dolduracağız yine” diyor babam. En çok o yakalıyor. Attığını çekiyor. Ama en kıymetli balıklar bizim oltalarımızın ucundakiler. Abimle benim yakaladığım balıklar. Babam öyle diyor, gülümsüyor. Mutlu. Bizim için bu çok önemli. Hele bir de ıslık çalıyorsa tadından yenmez bir adam babam. O günlerden elimde kalan bir de madya ve balık kokuları var parmaklarımda. Koklamak istiyorum sürekli. Hoşuma mı gidiyor, hayır ama koklamak istiyorum işte. Kokular çok önemli. Annem “Çorba yaparım, küçük deyip atmayın” diyor arkamızdan. Güneş yok henüz. O an, -bunu bilmesi lazım herkesin:- “Daha ne çok zamanımız var” diye düşünüp mutlu olduğum kesin. Kokusunu biliyorum. Bildiğiniz deniz. Hep birlikte büyümüşüz.Nasıl bilmem. Kokuları gözümün önünde. Göre göre öğreniyor insan kokuları. Koklamakla değil görmekle başlıyor kokular. Unutulmaz kokular. Gün gün. Olmadık zamanlarda çıkıp gelmek üzere bir yerlerdeler. Denizlerdeler. Parmaklarınızla kucaklaşmış kekiklerdeler. Su muhallebisinin üzerindeki üzüm pekmezindehatta …
Uyuyamadık. Zaman geçti. Domatesler, biberler, bamyalar, çilekler … Hepsi kokularıyla bizimle. Onlar da ayakta. “Nerden çıktı bu ölüm” diyor badem ağacı. Daha ne aşılar görecektik kimbilir … Cevaplayanı yok. Sessiz. Sadece kokular. Gözlerimizi yakıyor durmaksızın akan kokular. Zaman gibi. Şaşırtıcı bir hızla.
Açılıyoruz. Herkes bizimle. Şaşırtıcı. Nasıl olur böyle bir şey. Oluyor. Herkes bizimle. Küçük Gülbahçe okyanusumuza açılıyoruz. Küçücük olduğumuz günlerde bize kocaman gelen o traktör şamrelinden tekneyle parakate bırakmaya çıktığımız sabahlardaki gibi pırıl pırıl sabah deniz. Kıpır kıpır sabah deniz. Bu ne güzel bir gri böyle. Gri mi bu? Ne bu?
“Koku” diyor Abim, “Kokudan alıyor rengini deniz, çok güzel koktuğu için bu kadar güzel” diyor, gülümsüyoruz. Hiçbir şeyi yalnız yapmıyoruz artık. Birlikte.
“Haklısın” diyorum, “Şu domateslerin güzelliğine baksana, tıpkı Cuma günleri Muammer amcanın iki tekerlekli at arabasıyla Urla Hâli’ne götürdüğü domatesler sanki …” Kokularından biliyorum bunu. Domatesleri kokluyoruz. Sırada taze fasulyeler var. Ne de güzel kokuyor sabah. Büyüyoruz …
Dalmışım bir an, biraz derinden dönüyorum yine kıyıdaki duvarın arkasına. Yanımda sert poyrazdan hırpalanmış nar ağaçları. Aslında onlara ağaç demesek de olur ya, neyse …Köşedeki incir ağacına doğru bakıyorum. Annemin reçel ağacına. İçine karanfiller koyardı. Karanfillerin yanık tadı incirleri boyardı!Kırmızı.
Telefonum çalıyor: “İyi misin Amca?” Bu sorunun yakınlarında bir yerlerde kötü bir haber var biliyorum. Kaçıyorum. ‘Soru’nun kokusundan kaçıyorum ama ne çare. Ne mümkün, her yer buram buram “Babamı kaybettik” kokuyor. Her yerde Abim.
“İyiyim” diyorum ama değilim. Koku alamıyorum artık. Sorular ve yanıtlarına tahammül edemeyecek hâldeyim.
Koku alamıyorum ama koku verebildiğimi hissediyorum: Konuşuyor gibiyim birileriyle ama yalnızlık kokuyorum. Olsa olsa yalnızlık kokusu. Çok ağır bir yalnızlık kokusu. Yalnızlığın dayanılmaz kokusu. ‘Ben böyle yalnızlık görmedim’ kokusu.
Söze girerken birden ağzımdan dökülüyor: “Abim diye demiyorum, onu her yerde buluyorum. Her yerde kalmış kokusu. En çok da çiçeklerde … DSİ anılarında. Koca koca kamyonlarda. TES-İŞ’te duruyor … Kordelya Dağcılık’la yürüyor halâ … Nereye gitsem orda. Onu görüyorum diye bir koku var her yerde. İyiyim iyiyim merak etmeyin … Korkulacak bir durum değil bu. Sevmek bu. Olsa olsa sevmek kokusu … Her yerde artık kokular kokular … Kaybettik kokusu. Telefonlar o koku için çalacakmış korkusu. Korkunun kokusu. “Şimdiden özledim” kokusu.‘Duymamış olaydık kokusu’ … Geride yarım kalan her şey hayal. Ne çok hayal. ‘Hayalleri kırık mıydı’ diye sordunuz ya, ‘evet, en az, her hayal sahibi kadar’ diye yanıtlayabilirim sizi … Buna üzülürüm. Olmayası tatsızlıklara karıştırılıp da olmayacak sorunlarla tanıştığı, çözümsüzlüklerle yarışıp yalanlarla boğuştuğu günlerine üzülürüm. Kalbinin kırıklıklarına, kırıklıklardan krizleryapışına, duyduklarına inanmak istemeyen her insan kadar kırıklıklarıyla yaşayıp gidişine ve zamanla artan unutuşlarınaşaşarak, zamanın içinden geçişinin son gününe doğru koşarak kaçışına üzülürüm …
Ama bir yandan da sevinirim. Kaf Dağı’nı aştığı, dağlardaki çiçeklerin hoş kokularına ulaştığı, çözüm olsun olmasın dünya hâli sonuçlarla barışmak için yaşadıklarından öğrendiği neler varsa onlarla sarmaş dolaş dolaştığı için sevinirim.
Hakkını teslim etmeliyim. Dünya İnsan Hakları Günü’nde dünyaya gelmiş olmasının yanına Dünya Barış Günü’nde gidişiylede bir güzel iz bıraktı hepimize, dünyanın en güzel kokuları olarakinsan hakları ve barışla. Çünkü barış, kokusu en güzel yaşam hakkıdır herkesin. Abimin mesajının bu olduğu kesin.
1 Yorum
Bir yaşam bir güzel geçmiş bu kadar güzel anlatılır,ne yaparsın dünya hali elden gelen fazla bir şey yok birçok şey karşısında çaresiziz Kemal’cim, tekrar başın sağolsun.