BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
Yaşadığımız günleri değerli, anlamlı, katlanılır kılan nedenleriniz arasında neler neler ya da kimler kimler var hiç düşünür müsünüz? Aslına bakarsanız bu soruyla doğruca konuya girebilirdim ama birazcık dolanasım geldi içimden …
Giriş …
‘Düşünür’ müsünüz?
Bu sorunun, muhatabını bir hayli ‘gerilere’ düşürdüğünün farkındayım elbette. Hele hele, gündelik kullanımlarda (yani en ‘dar’ anlamıyla) ‘düşünen hayvan’ diye tanımlandığımızı ‘düşünürsek! …
‘Düşünürsek’ diyerek yine ‘düşünme eylemi’ne yakalanmış olduk …
Günlük yaşamımızda, elbette bu anlamda bir ‘düşünme’yle değil ama düşünme eyleminin ‘en yüksek mertebesi’ olan ‘düşünürlük’ (‘düşünce insanlığı’) dahil, -kıyıdan uzaklaşarak- ‘derinlemesine düşünme’ ile aramızda azami bir mesafe bulunmasını tercih ederiz genellikle. Bunu, yaygın bir ‘neme lazımcılık’ örneği olarak, yani ‘her ihtimale karşı bir tür tedbir olarak’ günlük yaşamlarımızın vitrinlerinde özellikle görünür kılmaya da özen gösteririz … O kadar ki, dünya üzerinde yakın-uzak çevremizde olup bitenleri yani ‘haberler’i “hoşuma gitmiyor”, “içim daralıyor”, “mutsuz-huzursuz oluyorum” gibi gibi gerekçelerle izlemeyenler var, rastlamışsınızdır … Bu bir yana, ‘felsefe’ ile ilişkimiz ise çok daha uzaktır, daha doğru bir yazışla ‘felsefe ile ilişkimiz yoktur’. Çünkü pek çoğumuz için ‘felsefe’, gündelik yaşam hallerimize halel getirivecek, statüko dengelerimizi bozuverecek tehlikeli bir ‘tuzak’tır … Dolayısıyla ‘filozof’ diye bilinen kişilere “uzaylı” imiş gibi bakar ve büyük ihtimalle yaşamımız boyunca hiç karşılaşmayacağımız ‘gerçek bir filozof’ ile karşılaşmak da istemediğimizi rahatlıkla ilan edebiliriz. Kendimizi adeta bir uzaylı ile karşılaşma tesadüfüne daha hazırlıklı, eğilimli hissettiğimiz böylesi bir duygu-düşünce sarmalında ‘felsefî konulara eğilimli’lerle samimiyet kurmamakta sonsuz yarar görürüz … Günlük sohbetlerimizde bu anlamda bir eğilim sezdiğimizde hemen “felsefe yapma!” der ve cümle içinde ‘felsefe’yi; tanımı, mana ve ehemmiyeti ile uzak-yakın ilişkisi olamayacak bir şekilde kullanıveririz, bilirsiniz.
Buncacık bir ‘giriş’i bile, gelişme ve sonucunu asla merak etmeden tepkiyle karşılayıp ‘ekonomi’nin dünyasının kavramlarıyla kuşatılmış halde yaşayıp gitmeyi tercih eder, “karnımızı doyurma güçlükleri içinde, işsiz güçsüz yuvarlanıp giderken başka işimiz mi yok” diye celallenir, yürür gideriz …
Gelişme …
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 16 Mart Salı günü CHP Meclis grubunda yaptığı konuşmada bir kez daha dile getirince yazasım geldi bu konuyu.
Kılıçdaroğlu konuşmasında, hep yaptığı ve çok iyi yaptığı gibi ‘iktidara geldiklerinde’, başta ekonomik alanda-anlamda olmak üzere neler neler yapacaklarını 13 maddede özetledi ve 12’nci maddede -yıllardır dile getirdiği bir konuya- ‘siyasi ahlak’ konusuna ilişkin olarak, “Türkiye siyasetini kirlilikten arındıracağız. İhale takipçisi milletvekili olmaz. Milletvekilinin temiz ve ahlaklı olması lazım. Bir merkezden talimat almaması lazım. Siyasi ahlak yasasını mutlaka ama mutlaka çıkaracağız. Siyaset, ahlaklı insanların alanı olacak. Siyasetçi yalan söylemeyecek milletine. Doğru neyse onu ifade edecek” dedi.
Doğru neyse onu ifade etmek!
Bunun ne kadar ‘zor’, adeta ve ne yazık ki ‘kahramanlıkmış gibi’ yapılan bir şey haline geldiğini biliyorsunuz, yaşıyorsunuz.
Peki ama ‘doğruyu, yalnızca doğruyu söyleyebilmek’ gibi bir vasıf nasıl kazanılabilir, kazandırılabilir?
Tam da bu noktada sözü bir filozofumuza bırakmak istiyorum.
‘Filozofumuz’u tanıyalım …
İoanna Kuçuradi. 4 Ekim 1936’da, İstanbul’da, Rum bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eczacı olan babası, İstanbul doğumlu bir Sisam göçmeninin oğlu, annesi ise dört yaşındayken Çorlu’dan İstanbul’a göç etmiş bir ailenin kızıdır. 1954’te Zapyon Rum Lisesi’ni bitirdi. 1959 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde asistan olarak göreve başladı. 1965’te doktor, 1970’te doçent, 1978’de de profesör oldu.
1965-1968 yılları arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde görev yapan Kuçuradi 1969’da Hacettepe Üniversitesi’nde felsefe bölümünü kurdu ve 2003 yılında emekli oluncaya dek bölümün başkanlığını yaptı. 1997’den beri Maltepe Üniversitesi’nde İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezi yöneticisi ve bu merkez bünyesinde kurulan ‘UNESCO Kürsüsü’nün başkanı olan Kuçuradi, aynı zamanda Koç Üniversitesi mütevelli heyeti üyesidir.
1983’te Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu’nun yönetim kuruluna seçildi ve 1988-1998 yılları arasında genel sekreter, 1998-2003 yılları arasında da federasyon başkanlığını yürüttü. Türkiye Felsefe Kurumu’nun da başkanı olan İoanna Kuçuradi, hâlen bu federasyonun onursal başkanıdır.
Biraz daha gelişme …
‘Doğru neyse onu ifade etme’yi gazetecilikten, gazetecilerden de bekleriz değil mi!
Hemen hemen yaşamın tüm alanlarında olduğu, bulunduğu gibi bu alanda da, az sayıda da olsa “kahraman” bulunuyor … Yaşadığımız günleri değerli, anlamlı, katlanılır kılan nedenlerimiz olarak, ‘başka bir dünya mümkün’ mücadelesini sürdürüyorlar …
Filozofumuzun bu konuyla ilişkilendirebildiğim sözlerinden örnekler vererek sürdürmek istiyorum.
“Etik değerler: kişiye özel dürüst olmak, adil olmak gibi … Bir de yaşantı olan değerlerimiz var, saygı, minnet, güven, sevgi … Bilgisel yetenekler kadar etik yetenekler de geliştirilmeli … Çocuklara sadece ait oldukları, içinde yer aldıkları grubun, topluluğun değil genel tarihsel anlamda değerler bilgisi verilmeli … İnsanlığın değerleri değil değer yargıları değişiktir. Örneğin ‘sözünde durmak, dediğini yapmak’ her yerde önemlidir … Değer bilgisi eksikliğimiz çok, bunu veremiyoruz. Sadece biz değil bütün dünyada böyle bu … Size faydalanabileceğiniz bir şey yapayım ama bunu, bana bir fayda sağlasın diye yapmayayım. Çok güzel bir deyimimiz var: İyilik yap denize at, balık görmezse halik (yaratan, yaratıcı) görür deriz. Ben istemiyorum, halik de görmesin …”
Kuçuradi ayrıca, etik değerlerin meslekle ilgisini görerek kazanılmasının, bu ilgi-ilişki kurularak kazandırılmasının önemine dikkat çekiyor … Örnekse gazetecilik mesleği için, gazetecilikte etik sorunların sıradan kamera-montaj sahtekarlıkları, yalan haber gibi pratikleri doğuran süreci “diğer şeyler yanında gazeteci olan ve aracını, gazetecilikle hiçbir ilişkisi olmayan kendi amaçları için kullanan kişiden kaynaklanan sorunlar” olarak özetliyor.
Oysa, gazetecinin amacı, “dünyada olup bitenleri bilmemizi olanaklı kılmak; yani olup bitenler hakkında kişinin kendi kanaatini oluşturma temel hakkını kullanabilmesine katkıda bulunmaktır” diyor.
Çok basit gibi ama gide gide nasıl bir kaotik tablo içindeyiz düşünsenize …
İzninizle -biraz- kapitalizm karşıtı ve dolayısıyla sosyalizmden yana tavrımı da hissettirmek istiyorum şuracıkta: Bütün bu yazıp durduklarımın nasıl bir dünya içinde, vahşi kapitalizm-emperyalizm koşullarında söyleniyor, tavsiye ediliyor olduğunu unutmamalı, bu söylemlere ‘kutsal, mucizevi’ anlamlar yükleyip onları bir başına ‘çare’ymiş gibi değerlendirmemeliyiz.
Şunu anımsatmaya gerek yok belki ama ben yine de not etmiş olayım: Sorunlarımızın kalıcı çözümü, çok etkileyici de olsalar ‘insaf, vicdan çağrıları’ ile bulunamayacaktır. Başka bir dünyayı kurmamızla mümkündür bu. Ve Marx’ın tarihsel anlamı gün geçtikçe büyüyen eleştiri ve önerisini yinelemek isterim:
“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.”
Sonuç …
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasetçiler için yasayla düzenlemeye çalıştığı bu ‘ahlak alanı’nda, gazeteciler ve siyasetçiler üzerinden konuyu ‘siyasal doğruculuk’ kavramı ile anlamlandırmaya çalışan Ayşe İnal’ın “Tarihsel gelişimi içinden gazetecilik etiğini yeniden düşünmek” başlıklı makalesinin son bölümünü aktararak noktalamak istiyorum …
“Kültürel ve siyasal ‘farklılıklara saygılı’ olmak, farklı düşüncelere ‘hoşgörü’ göstermek konusunda yapılan bir dizi tartışma siyasi açıdan tutarlı bir tavırla bütünleşmedikçe, Türkçesine -belki bu konularda fazla tartışamadığımız için- pek de kulağımızı alıştıramadığımız ‘siyasal doğruculuk’ (political correctness) tüm davranışlarda benimsenmedikçe, yarım ağızla yapılan bir demokrasi tartışmasının içine düşmek kaçınılmazdır.
Yurttaşlar için de, siyasetçiler için de, gazeteciler için de etik duruş, ‘siyasi doğrucu’ bir duruşu gerektirir. Ancak bundan en çok uzaklaşanlar yine gazeteciler ve siyasetçilerdir. Türkiye’de insanların gözünde en
güvenilmez olanlar yine onlardır. Kayırmacılık, siyaseti ve siyasetçiyi güvenilmez kılarken, kayırmacı siyasete ve siyasetçilere arka çıkmak da gazetecilik mesleğinin nasıl algılandığını biçimlendirmektedir. Gazetecilik yapanlar, meslek ‘etiği’ adına nasıl sorunlu bir habercilik yaptıklarını özdüşünümsel bir çabayla sorgulamadıkça, bu olumsuz algı kolay kolay değişmeyecektir.”