Barış TERKOĞLU – Barış PEHLİVAN / Araştırma / Kırmızı Kedi Yayınları / 2020 / 292 sayfa
A. Kemal KAŞKAR –
Onları, büyük bir sevgiyle ‘BARIŞLAR’ diye adlandırdık.
Yeni nesil araştırmacı gazeteciliğin usta iki ismi: Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan.
Cendere’de neler nelerden söz ettikleri konusuna hiç girmiyorum. Sadece ve sadece ‘neler neler olmuş/oluyormuş’ dedirten birçok olayı ya da bazı olayların perde arkasını okuyabilirsiniz diyorum. İlle de şaşarak, şaşırarak, hayretler içinde …
Eşim Ayşegül tarafından oluşturulmuş ve benim yok denecek kadar az katkıda bulunabildiğim ‘Bir Satır’ geleneğimizin, ‘Yazar(lar)ımızı Tanıyalım’ bölümüne geçiyorum hemen … Ardından, birlikte yazdıkları kitapları not ettikten sonra Cendere’nin ön ve son sözlerini yayınlayıp noktayı koyacağım …
Barış Terkoğlu
13 Ekim 1980 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Aynı enstitüde Ortadoğu İktisadı Anabilim dalında doktora öğrenimi gördü. CNN Türk’te yayınlanan Oradaydım adlı belgesel programında 2008-2010 yılları arasında araştırmacı olarak çalıştı. Bağımsız dergisinde haber müdürlüğü, Karşı gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Haberciliği ile birçok önemli ödüle layık görüldü. Gazetecilik faaliyetlerinden dolayı iki kez tutuklandı, toplamda 23 ay hapis yattı. 2008 yılından 26 Şubat 2021 yılına kadar Odatv.com adlı haber sitesinin Haber Müdürlüğü’nü yaptı. Hâlen Cumhuriyet gazetesinde yazıları yayınlanan Terkoğlu, Halk TV’de Şirin Payzın ile Sözüm Var adlı tartışma programına da yorumcu olarak katılıyor.
Barış Pehlivan
10 Temmuz 1983 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Profesyonel gazeteciliğe 2004 yılında Leman Dergi Grubuna bağlı kültür sanat dergisi Kaçak Yayında başladı. CNN Türk’te yayınlanan, Türkiye’nin yakın tarihine yansıyan olayları tanıklarıyla ekrana getiren Oradaydım adlı belgesel programını hazırladı. Birçok dosya habere, belgesele ve kurumsal tanıtım filmine imza attı. Karşı gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Türkiye’nin önemli gazetecilik ödüllerine layık görüldü. Haberleri ve kitapları nedeniyle birçok kez yargılandı, iki kez hapishaneye girdi, 25 ay tutuklu kaldı. Barış Terkoğlu ile birlikte Sızıntı, Mahrem ve Metaztas adlı kitaplara imza attı. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın Yönetim Kurulu Üyeliği’ni yapıyor. 2007 yılından 26 Şubat 2021 yılına kadar Odatv.com adlı haber sitesinin Genel yayın Yönetmenliği’ni yaptı. Hâlen Cumhuriyet gazetesinde yazıları yayınlanan Pehlivan, Halk TV’de Gökmen Karadağ ile Açıkça adlı tartışma programına yorumcu olarak katılıyor.
BARIŞLAR’ın kitapları
Sızıntı: Wikileaks’te Ünlü Türkler (2012), Mahrem: Gizli Belgelerde Türkiye’nin Sırları (2015), Metastaz (2019) ve Metastaz 2: Cendere (2020).
ÖNSÖZ
Gerçeği, sadece çıplak gerçeği göstermek mümkün mü? Ya da tersinden soralım; gerçeği yalnız kendisi olarak anlamak imkânlı mı?
Evet, desek bile dinleyen kulak, bakan göz, anlatan ağızla her şeyin yeniden tanımlandığını biliyoruz. Yine de kelimelerde, cümlelerde, yazdığımız ifadelerde bir tür öze ulaşma arayışındayız. Tutkumuzu saklamıyoruz.
Bu satırlar alelade bir zamanda yazılmış görünebilir. Ancak eminiz ki, yıllar sonra perdeyi kaldıranlar bir dönüm noktasında olduğumuzu fark edecek.
Doğuranın doğumu en çok sancı olarak yaşaması gibi. Yeniyi kaslarıyla, sinirleriyle yaratan bizler, ayaklarımızın ucunda yükseleni, meçhule uğurladığımız bir yabancı gibi görüyoruz.
Oysa gün aydınlığa, mevsim bahara döndüğünde, tarihin evresi kendisini tamamladığında, yarından bakan gözler bugünü sonuçlarıyla izleyecek. İşte biz gelecekte bizi bekleyen o okura da ulaşmaya çalışıyoruz.
Sancı, sıkışma, buhran, cendere…
ABD’de, bir polisin dizkapağının altında “nefes alamıyorum” diyen siyahi, sanki dünyanın tüm altta kalanlarının halini anlatıyordu. Krizi, salgını, çıkışsızlığı fırsat bilenler şimdiki düzeni, geçmiş çağın araçlarıyla yeniden tanımladı. Zor; yalnız savaş kazanmanın değil, tarih yazmanın da aracı olarak belirdi.
Uzaktan bakınca sopa hep devletin elinde gibi görünüyor. Aslında biraz öyle de. Zira devlet, ordu ve bürokrasi olarak ne kadar somutsa, oldukça soyut da. Kimi zaman bir yardım paketine kimi zaman bir yargıç cüppesine “devlet” diyoruz.
Yakından bakılan nesnelerin tüm sınırlarının belirsizleşmesi gibi, “devlet”e yaklaştıkça başka formlar görüyoruz. Kimi zaman polis kıyafetiyle iş tutan tarikatçı, kimi zaman tutuklananı yumruklayan militan gardiyan, kimi zaman adliyede hukuk satan üniformalı mafya, kendisini “ben devletim” diye tanıtıyor. Küçük örgütünü hepimizin aklında beliren ”devlet”in içinde saklarken, aynı zamanda yaşayan devleti içeriden çürütüyor.
Devletin, sınırlarında daha büyük bir otorite tanımayan güç olduğunu biliyoruz. Aksi olsa, bu varlığın nedenini inkârı olurdu. Haliyle kendisine devlet gücü atfedenler, devleti kendisinde toplayanlar, devleti kendisiyle tanımlayanlar fiilen devletin sonunu getiriyor.
Bu kitap; çetelerin, tarikatların, hiziplerin, paralel örgütlerin elbirliğiyle odun taşıdığı cehennemi tarif etmeye çalışıyor. Kendisini yükseltirken dizini yurttaşların boğazına basanlar açık ki ülkeyi nefessiz bırakıyor. Adaletsiz, hürriyetsiz, eşitsiz, hukuksuz, ekmeksiz bir düzen ülkeyi cendereye sokuyor.
Her şeyi çıplak edebildik mi? Bilmiyoruz. “İnsanlar arasında değil, gölgeler dünyasında yaşıyoruz” diyor ya Albert Camus. İnsanları anlatamadığımız yerde, gerçeği soyamadığımız anda gölgeleri tarif ettik. Gölgeler, esasın kimi zaman kendisi, kimi zaman suretiydi. Okuyucuya kâğıtla akıl arasında bir yol bıraktık.
Çıkış mı?
Elbette insan tükenmez. Kemikten daha güçlüsünü, emekten daha yaratıcısını, hülyadan daha arzulusunu bilmiyoruz. “An”dan kafasını kaldıran; nilüferli şarkıların, sarmaşıklı yapıların, mavi göklerin ortasındaki zamanda bulur kendini.
Geçmiş, olacağın çekirdeğini içinde taşır. İnsan, tek tek insanların toplamından daha fazla bir şeydir. İnsanın bitmeyeceğini aklımızla hissediyoruz.
Bu kitaba başladığımızda dışarıdaydık. Sona yaklaştıkça keşfettiğimiz kıtayı daha iyi anladık. Sebeplerden biri olduğunu biliyoruz. Hapse düştük. Ayağımızı dibe vurup tekrar yukarı çıktık. Yeniden başlayıp tamamladık.
Kuşkusuz, teşekkür etmemiz gerekenler var…
Aklımız her karıştığında, başımız her sıkıştığında elimizi tutan avukatlarımız.
Bize yeniden yazmak için hep gerekçe yaratan ve elini taşın altına koyan bütün Kırmızı Kedi Ailesi.
Gazeteciliğin, dayanışmanın ve mücadelenin okulu Odatv.
Ve elbette omzumuza omuz, başımıza baş, yüreğimize yürek olan ailemiz, arkadaşlarımız, yoldaşlarımız.
Bitirdiğimiz yer başladığımızdan güzel olsun.
Öyleyse yürüyelim…
(Barış Terkoğlu – Barış Pehlivan / Kasım 2020 / İstanbul)
SON
“Sanırım insanın yalnızca onu ısıran ve sokan kitaplar okuması yerinde olur. Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi tepemize inip bizi uyandırmadıktan sonra neye yarar?”
Böyle der Franz Kafka, yakın arkadaşı Oskar Pollak’a yazdığı bir mektupta…
Öyle olsun istedik. Alışan gözlerimizi açmak, uyuşan zihinlerimizi uyandırmak gerekiyordu. Alarmdı çaldığımız. Şimdi çapaklarımızı temizleyelim, başımızı yukarı kaldıralım ve sesimizi açalım.
Zira nasıl unuturuz; Osmanlı’nın çöküşünün simge gözlerinden biriydi “kaht-ı rical”.
Devlet adamı yoksunluğu anlamına geliyordu. Yüzyıllar sonra, bugün yine sürüklendiğimiz işte bu girdaptı. Görmek, duymak, bilmek lazımdı. Yazdık.
Kaç kez deneyimledik; içine sokulduğumuz cendereden kurtulmanın yolu, ondan kaçmak değildi. Cendere ancak üzerine yürüyerek, dokunarak ve kavrayarak kırılabilirdi. Elinizdeki kitap işte bunu yapmaya çalıştı.
Alman yazar Wolfgang Borchert’in sözüdür; “Gerçek, kasabanın fahişesine benzer. Onu herkes tanır ama yine de sokakta karşılaşmaktan utanç duyar.”
Herkesin hissettiği, çoğu zaman yüzleşemediği, genelde dile getirmekten imtina ettiği gerçeği, bazen de gölgesini okudunuz.
Artık anlatma sırası sizde.