BAKTIKÇA / A. Kemal KAŞKAR –
Atilla İlhan’ın dizelerinden öğrendiğimiz gibi, nasıl ki ayrılıklar da sevdaya dahilse ‘ölümler’ de yaşamın içinde. Hem de nasıl …
Ölüm, yaşamın içinden gelip geçen upuzuuuun bir yol desem ve şöyle sürdürsem:
Son bir ay ne çok ‘ölüm’ gelip geçti önümüzden.
Gözlerimizin önünde ne çok güzel insan düştü o uzun yollara yine …
…
Bu, çok özel bir ‘algıda seçicilik’ dönemi belki de benim için.
Sevgili Anneme veda ettiğim günden beri dünyaya sadece ‘veda penceresi’nden bakıyorum sanki, başkaca birçok pencere öylece bakansız durupdururken …
‘Veda penceresi’ … Nasıl da ‘gündelik bir adlandırma’ gibi oldu değil mi?
‘Herhangi bir pencere gibi mi yani?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim …
Yoksa ‘herhangi başka şeyler’le mi anlamlandırmaya çalışmalı onu?
Ne dersiniz, çok mu anlam yüklemeye çalışıyorum?
Hayır, hiç de değil. Doğru yoldayım ve sürdürmeliyim …
Örneğin:
Kaçınılamaz şekilde gözden kaybolup gidilecek çooook geniş ufka sade bir çerçeve çizen bir penceredir o da sonuçta, bütün diğer pencereler gibi … Ama hiçbir şekilde geri dönüp bakmayacakları için gidenlere el, mendil sallanmayacak olan bir pencere …
Evet evet en doğrusu bu … Diğer pencereler arasındaki herhangi bir pencere değil bu, çok çok özel ve çok fazla tek, yanisi şu ki: Çok ‘özgün’ … Üzgünlük halini de bu özgünlüğünden alıyor olmalı bu pencere …
Dünyanın “40 kulplu kazan” olduğuna dair söylemden esinlenerek uydurduğum ‘Dünya kırk pencereli bir zaman’mış diyorum kendimce … İşte o kırk pencerenin herhangi biri olmasın bu, başka bir zaman mucizesiyle ‘Ferhangi Bir Pencere’ olsun mesela … Dilin sınırlarını ustalıkla aşsın, olmayacak şeyleri oldursun, üzerinde en çok 6 nokta bulunan zarlar atılsın ve bilinen haliyle zaman dursun mesela …
Buradan bir çıkış bulabilmek mümkün görünmüyor. Çünkü böyle bir mucize için lazım olan 7-7’dir ve o da daha icat edilmemiştir … (Ferhan Şensoy’un “Şahları da vururlar” oyununun en çok hatırda kalan repliği.)
O nedenle bu aralar, Orhan Veli’nin “Pencere, en iyisi pencere; Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa; Dört duvarı göreceğine” dizeleriyle tavsiye ettiğinin aksine ‘dört duvar’a bakasım var. Peşpeşe o kadar çok ki vedalar … Pencerenin içi geniş ama penceremin önü dağ adeta! Bu nedenle ‘pencerem ne kadar dağ’ niyetine ‘pencerem ne kadar dar’ diye yazıp Ferhan Usta’dan gelen dille oynama cesaretimi kotrol altına alıp ilk kırmızı çizgide durmalı ve kolayca anlaşılabilir şeyler yazmaya çalışmalıyım artık …
Örneğin:
Hiç kimselere yetişemiyorum bir türlü, veda edemiyorum onlara. Veda edememek ne kötü, çok kötü …
Ölmek gibi onlarla …
…
İnci Çayırlı’ya örneğin. Annemle birlikte gittiğimiz konserini anımsıyorum örneğin. O yumuşacık sesiyle nasıl da sarılmıştı hepimize. Ne mutlu etmişti hepimizi. Ayakta alkışlarla veda etmiştik ona, şimdiki gibi … Sonra sonra O da Annem gibi yakınlardan başlamış unutmaya ve gide gide uzaklaşmış dünyadan … Tıpkı Annem gibi O da 86 yaşındaymış …
Birkaç gündür Nusret Çetinel’in sesi de yok artık aramızda, duydunuz mu? Nasıl da büyük bir ses eksikliği düşünsenize, adeta sessizlik … Şu a’na dek fark edememiş olsanız da kısa sürede hissedeceksiniz bunu ve çok üzüleceksiniz, eminim …
Çomakdağ köyünden ‘Selahattin Efe’, Selahattin Sakarya da veda etmiş bize. Gözümüzde hep ölümsüz Zeybek oyunlarıyla yaşayacak. Ağır ağır, tadını çıkara çıkara, dizini hafiften yere indirip kollarıyla kanatlanıp uçarak … Bakın işte gökyüzümüzde Selahattin Abi, masmavi …
Ya Mikis Theodorakis … O, ‘dostluk’ demek benim için, ‘kardeşlik’ demek, ‘barış’ demek … Ege’nin yan yana iki yakasında yankılanan şarkılarıyla beslenen arkadaşlıklarımız demek … Biz, yaşımıza başımıza bakmaksızın hepimiz arkadaşız; Fidel Castro ile, Ernesto Che Guevara ile, Ho Chi Minh ile, Zülfü Livaneli ile, Maria Faranduri ile, Yaşar Kemal ile, Aziz Nesin ile, hepsiyle … Mikis Theodorakis’le de öyle …
Ve Ferhan Şensoy … Tanışma keyfini hep gururla yaşadığım arkadaşlarımdandır O da. Yaşamlarımızın nerden baksanız ‘10 yıl’ gecikmesine neden olan ‘12 Eylül Dönemi’ne rağmen ‘eskiler’e dayanır tanışıklığımız. 1990 yılında, Buca Belediyesi’nde Kültür Sanat Etkinliklerinden sorumlu ‘danışmanlar’ olarak Sevgili Hakan Dündar ile birlikte düzenlediğimiz etkinlikte Buca Belediyesi Kültür Sanat Merkezi’nde sahnelediği “Ferhangi Şeyler”e tarihleyebilirim tanışmamızı … O yıllarda bir de; “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” oyunu için İzmir’e gelmişken, Sevgili Eşim Ayşegül’ün, bakkal esnafının hal-i pür melali üzerine Esnaf Odaları bülteninde yayınlanmak üzere röportaj talebini hemence sevgiyle kabul edişini de şuracığa not düşmeliyim …
Sonra? Sonra, yılların bu denli hızla uçup geçmesiyle bugünlere geldik bi’ koşu, soluk soluğa …
…
‘Veda’ diye bir şey yok aslında. Hepsi buralarda bir yerlerde. Gözlerimizin önünde, hatta içindeler.
O nedendir gözlerimiz çok dolu dolu yaşamaklığımız …
Bugünkü buluşmamızı iki büyük vedamızla tamamlamalıyım. Onları da saygılarla, sevgilerle uğurlamalıyım.
Yatağan’dan İlköğretim Müfettişi, 1945 Kızılçullu Köy Enstitüsü Mezunu Feyzullah Ertuğrul ile Milas’tan Avukat Hüseyin Rahmi Özer …
…
Veda penceremde alkış sesleri … Herkes ayakta!