Kürşat Şahin YILDIRIMER / Uzman Sosyolog – Terapist
Kişiyi kendi isteyebileceği bir karanlığın bağrına atan genlerden ne fayda beklenebilir ki?
En iyi yıllarını harikulade çocukların yetişmesine umutla adayan, ancak her güne kahvaltı hazırlama sıkıntısıyla başlayan ve sonrasında keder ve üzüntünün dehşetli yükünü omuzlarında hisseden milyonlarca ev kadınını anlamamız mümkün mü?
Niye genlerimiz böyle bir şeyin olmasına izin veriyor? Kaygıyla dolup taşan ve bırakın dış dünyayı, anne babalarıyla bile konuşamayan çocukların bu hallerinden genler neden sorumlu olmak zorunda?
Bize Michalengalo’yu, Beethoven’ı, Einstein’ı ve Shakespeare‘i veren evrimsel süreç nasıl oluyor da en yaratıcı sanatçılarımızı bu tür yıkıcı bir depresyon kapasitesiyle baş başa bırakıyor?
Çoğu kimseye göre umutsuzluk halinin de bir faydası vardır; mutluluğu takdir edebilmemiz için gereklidir ya da düz bir şekilde söylersek, derinleşmiş bir bilince sahip olmanın bedelidir.
Ruh halinin karmaşık bir özellik olması nedeniyle, milyonlarca yıllık sürede onu her türlü strese karşı tamponlayacak mekanizmalar evrimleşmiştir. Organizmalar ürkütücü bir çevreyle başa çıkmak zorundayken, zihin çalışma yollarını sekteye uğratabilecek mutasyonlar, binlerce geni vurmaktadır. İnsan beyni genetik açıdan göz açıp kapayıncaya dek geçen bir sürede evrimleşmiştir.(GİBSON)
Zihinsel yetilerimizde temelden bir değişim yaratmış ancak bizi de eskiden olduğundan daha korumasız daha az tamponlanmış bir halde bırakmıştır. Bütün bunların üstüne, birkaç kuşaklık bir zaman dilimi içinde tamamen yeni bir çevre yarattık ve beynin de bu ortamda hareket etmesini bekliyoruz. Aslında halâ nasıl oluyor da mücadele edebiliyoruz, bunu düşünmek lazım.
“Bütün dünya biraz tuhaf, sen ve ben hariç ve kimi zaman senden de şüphe ediyorum” diyen eski sözü de unutmamalı.
Çevresel ve kültürel değişimlerin etkisinden bakarsak, bir bebeğin beşiğine asılmış renkli toplardan halka ya da parmağını resminin üzerine koyduğu hayvanın elektronik olarak sesini taklit eden o sinir bozucu oyuncak piyano, hiç kuşkusuz yeteri kadar uyarıcıdır. Ancak bu, her memeli yavrusunun yüz milyonlarca yıllık sürede kazandığı, büyüme esnasında gerçek dünyayla kurduğu içgüdüsel ilişkinin yerini tutmaz.
Çadırlarda büyüyüp evimizi birkaç haftada bir yiyecek bulma amacıyla değiştirdiğimiz avcı-toplayıcı dönemlere dönmemiz gerekmiyor; söylemek istediğim modern insan yaşamının daha ilk günden farklı olduğudur.
Ve insan yaşlandıkça gerçek dünyadan kopar.
Aslında, insan beyninde bir şeylerin değiştiği sonucuna varmak için genlere bakmamız gerekmiyor. Akıl yürütme kabiliyetimizin, en azından bu gezegende eşi yoktur. Diğer pirimatlar da sadece bir kalıntıdan ibaret, simgesel bir dille iletişim kuruyoruz. İşaret ve alet kullanarak kültürel pratikler inşa ediyoruz ki bunların insanlık üzerine etkisi, benzersiz genetik özelliklerimizin herhangi birisininki kadar derindir.
Çoğunlukla, tek eşli ilişkiler kurmaya çalışıyoruz ve tamamen insani bir vasıf olarak geniş aile ilişkilerinin gerektirdiği bir hayat yaşıyoruz. Aileye beslediğimiz güvenimizi arkadaşlarımızdan da esirgemiyoruz. Diğer canlılarda varlığı görülmeyen bir tinselliğimiz var; bu da insan olmanın tam da çekirdeğinde duran bir özellik olarak görünüyor. Ancak bu özellik de sıkça merak hissiyle birleşerek depresyonun özünü oluşturan bir boşluk hissi yaratıyor.
İçimizdeki çocuk deriz, kendimizi aramak deriz, varoluşun anlamı deriz …
Yaşam yolumuzda; içimizdeki biz, yolculuk, değişim, dönüşüm sık kullandığımız terimler. Makaleler, kitaplar, pek çok güzel, derinliği olan sözler yazılmış çizilmiş; yaşamın anlamı, kendini aramak kendine anlam vermek üzerine …
Kimi zaman hayatın akışına kapılıp işimize gücümüze odaklanıp bu düşünceleri aklımıza dahi getirmezken, bazen içimizi derin bir his kaplar; başlarız düşünmeye, sorular sormaya, içimizde derin sorgulamalara …
Ya yorgunluktur düşünceyi başlatan ya bir yaşam olayı genellikle, bir kayıp, ani beklenmeyen bir durum gibi. Güven sorgulaması başlar kendine güven, bazen diğerlerine güven, yük gelir her şey bir an bize …
Sevgiyle kalın.