Gabriel Garcia Marquez – Gazete ve Dergi Metinleri (1950-1984) / Can Sanat Yayınları / Basım: 2021 / 372 sayfa
A. Kemal KAŞKAR / bir satır …
Gabriel Garcia Marquez, nam-ı diğer: Gabo.
Bir çırpıda yazabileceğimiz “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi” romanları ile tanışıyoruz onunla. Beni de büyüten 20’nci yüzyılın önde gelen yazarlarından … Latin Amerikalı olmaklığı ise ayrıca değerli kılmıştır onu gözümde, elbette ‘siyasal tercihleri’yle, yeni sayılabilecek bir deyişle, ‘duruşu’yla da büyümüştür bu değeri … O, benim önde gelen kılavuzlarımdan biridir. “Neden yazıyorsunuz” gibi çok sıradanmış gibi görünen zor soruya verdiği şu yanıt bile, beni yepyeni bir boyuta taşımış, adeta yükseltmiştir: “Arkadaşlarım daha çok sevsin diye …”
Arkadaşları arasında Küba Devrimi’nin önderlerinin olduğunu da not ederek sürdürmeliyim …
Yıllardır yazan biri olarak en çok tutunduğum dalımdır bu. ‘Yazmak’, ancak bu kadar iyi gerekçelendirilebilir.
Üstelik Marquez, roman-öykü yazarlığının önüne, “dünyanın en iyi mesleği” diyerek onurlandırdığı gazeteciliğini koyup “Ben özümde bir gazeteciyim. Yaşamım boyunca gazeteci oldum. Her ne kadar pek belli olmasa da kitaplarım bir gazetecinin kitapları” demiştir bir de. Başka söze gerek yok bence, daha ne desin …
‘Gazetecilik’, Gabriel Garcia Marquez ile ‘meslektaş olmak’ gibi çok özel bir şanstır bu anlamda benim için.
Bunu duyurabilmek için bir fırsat olarak okudum, 1950 ile 1984 yılları arasında gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları arasından seçilmiş 50 yazısını bir araya getiren “Yüzyılın Skandalı” kitabını …
Bu seçkide yer verilen yazılarında ona özgü tatları alabilmek, yaşamın es geçilmiş birçok ayrıntısını koşa şaşıra yakalayıvermek çok iyi geldi doğrusu. Meslektaş olmanız şart değil, size de çok iyi gelecektir umarım, dolayısıyla okumanızı öneriyorum …
Elbette burada, kitabı İspanyolca aslından çeviren Emrah İmre’ye de özel olarak teşekkür etmeliyim.
Kitapta yer verilen “Zavallı İyi Çevirmenler” başlıklı yazısında, çeviri dünyasının zorluklarına, adeta imkansızlığına dikkat çekip bunu “Kendi yazdıklarımı İspanyolca’dan başka bir dilde tanıyamam” diye özetleyen Marquez’in koyduğu ‘sert şerh’e rağmen Türkçe’ye kazandırmış olması, herşeyin ötesinde takdiri hak ediyor …
Özgeçmiş
Latin Amerika’nın Gabo’su 6 Mart 1927 tarihinde Kuzey Kolombiya’nın küçük kasabası Aracataca’da doğdu. 16 kardeşin en büyüğüydü. Babası Gabriel Elijio García doğal yöntemlerle ilaçlar yapıp satıyordu. Annesi Luisa Santiaga Marquez ise telgrafçıydı. Çift, küçük bebeklerini anneannesi ve dedesine bırakıp Barranquilla’ya göç edince, Márquez onların yanında teyzeleriyle birlikte biraz sıradışı bir çocukluk geçirdi.
Yoksul bir ailede büyüyen Marquez, lisans eğitimini Kolombiya Ulusal Üniversitesinde ve Cartagena Üniversitesinde hukuk ve gazetecilik bölümünde tamamladı. Uzun yıllar Roma ve Paris’te muhabirlik yaptı. 1958 yılında doğduğu şehre dönen usta yazar, Caracas’ta gazeteci olarak çalışmaya başladı. 1960 yılında ise Mexico’da senaryo yazarlığı ve gazetecik görevlerinde bulundu.
Daha sonra yazın hayatına başlayan Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı ile 1982 yılında Nobel Ödülü kazandı.
1958 yılında Mercedes Barcha Pardo ile dünyaevine giren Marquez’in Rodrigo Garcia ve Gonzalo isminde iki çocuğu vardır.
“Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak” diyen García Márquez, Küba Devrimi’ni destekledi ve 1959’da Fidel Castro’yla tanışan usta yazar her zaman aktif olarak politikanın içindeydi.
Kolombiya hükümeti ve gerilla örgütleri ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve sonraları FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yaptı. Politik görüşlerinden dolayı uzun yıllar Meksika ve İspanya’da sürgün yaşadı. 1982 yılında tekrar ülkesine döndü.
Marquez, 1998’de batmak üzere olan ‘Cambio’ adlı dergiyi satın aldı ve eski gazetecilik günlerini hatırlayarak, burada haberciliğe başladı. Marquez o günleri “Nobel Ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum” diyerek özetliyordu.
1973 yılında Barcelona’ya yerleşen ünlü yazar 17 Nisan 2014 tarihinde Meksika’daki evinde 87 yaşında hayata veda etti.
Türkçe’ye çevrilmiş eserleri
Roman; Aşk ve Öbür Cinler, Başkan Babamızın Sonbaharı, Benim Hüzünlü Orospularım, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Labirentindeki General, Şili’de Gizlice, Bir Kaçırılma Öyküsü, Yüzyıllık Yalnızlık, Şer Saati
Öykü; Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Bir Kayıp Denizci, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, On İki Gezici Öykü, Yaprak Fırtınası, İyi kalpli Erendira ile insafsız büyükannesinin inanılmaz ve acıklı öyküsü, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm
Anı; Anlatmak İçin Yaşamak
Ve kitaptan bir yazı:
“Haber Tahtası…”
İçinde bulunduğumuz yüzyılın 30. yılından itibaren, yaklaşık on yıl boyunca, Bogota’da dünyada belki de fazla benzeri olmayan bir gazete vardı. Okullardaki karatahtalardan farksız bir karatahtaydı, son haberler tebeşirle üstüne yazılır ve günde iki kez El Espectador gazetesi ofisinin balkonuna konurdu. Jimenez de Quesada ile Carrera Septima caddesinin kesiştiği köşe -yıllarca Kolombiya’nın en iyi köşesi diye anılırdı- şehrin en işlek köşesiydi, özellikle de haber tahtasının ortaya çıktığı saatlerde, yani öğlen saat 12’de ve öğleden sonra saat 17’de. Yola dikilerek sabırsızlıkla haberleri bekleyen kalabalık yüzünden tramvaylar ilerlemekte zorlanırdı.
Üstelik yolu mesken tutan bu okurlar, günümüzdekilerin sahip olmadığı bir imkana sahipti: Hoşlarına giden haberleri ayakta alkışlar, memnun kalmadıkları haberleri ıslıklar, çıkarlarına ters düşen haberler olduğundaysa haber tahtasını taş yağmuruna tutarlardı. Haberlere canlı ve dolaysız katılım söz konusuydu ve bu sayede -haber tahtasını yöneten- El Espectador gazetesi kamuoyunun tepkilerini ölçmek için diğer bütün yöntemlerden üstün bir termometreyi elinde bulunduruyordu.
…
O zamanların ücra ve kasvetli Bogota’sında haber tahtası gibi modern gazeteciliğe özgü, doğrudan ve etkili bir yöntem fikrinin kimden çıktığını şimdilerde El Espectador’da hiç kimse hatırlamıyor. Ama sorumlu editörün, kabaca, 20’li yaşlarda bir delikanlı olduğu ve ilkokuldan sonra okumamış olmasına rağmen artık Kolombiya’nın en iyi gazetecilerinden biri sayıldığı biliniyor. Meslekteki 50. Yılını doldurduğu günümüzde hepimiz ismin biliyoruz: Jose Salgar.
Geçen gece, gazetede yaptığımız bir kutlamada, Jose Salgar -şakadan ziyade ciddiyetle- ölülere layık görülen bütün övgülerin hayattayken bu yıldönümü dolayısıyla kendisine yapıldığını söyledi. … Kariyerine en alt kademeden başlamıştı. El Espectador’un -o zamanlar bir tek El Espectador’u basan- matbaasında çalışan bir aile dostları, bir gün onu yanına alıp sabah saat 04’te başlayan vardiyasına götürmüştü. Jose Salgar’a linotip makinesi için gereken metal külçeleri eritmek gibi zor bir iş vermişler … Linotip makineleri için kurşun külçeleri eriterek geçirdiği altı ayın ardından Jose Salgar yayın yönetmeni Alberto Galindo tarafından -yazım kurallarını öğrenmesi için- hızlı öğretim veren bir meslek kursuna gönderilmiş ve yazı işleri kuryeliğine terfi ettirilmişti. O günden itibaren bütün kariyerini aynı gazetede geçirmiş, sonunda bugünkü konumuna ulaşmıştı: Gazetenin müdür yardımcısı ve en eski çalışanıdır. Haber tahtasını yazmaya başladığı dönemde sokakta, zamanını Carlos Gardel modasına uygun biçimde, geniş yakalı takım elbisesi ve kenarları kalkık şapkasıyla poz verdiği bir fotoğrafı çekilmiştir. Günümüzdeki fotoğraflarındaysa kendisinden başka kimseye benzemez.
Ben El Espectador’un yazı işlerinde çalışmaya başladığımda -yani 1953’te- Jose Salgar kalpsiz bir yazı işleri müdürü olmasının hakkını vererek gazeteciliğin altın kuralını dayatmıştı: “Laf kalabalığını bırak.” Edebiyat uğruna adam öldürmeye hazır taşralı bir çaylak için bu emir adeta hakaretti. Ama belki de Jose Salgar’ın en büyük erdemi, can yakmadan emretmeyi bilmesidir, çünkü emir verirken bile üstünüzmüş gibi değil astınızmış gibi davranır. Sözüne uyup uymadığıma emin değilim, ama alınmak yerine öğüdü için teşekkür ettim ve o zamandan beri -bugüne dek- aramızdan su sızmadı.
Belki de birbirimize en çok minnet duyduğumuz konu, beraber çalıştığımız sürece mola saatlerinde bile çalışmaya ara vermemiş olmamızdır. Hatırlıyorum da, Papa XII. Pius’u hiçbir şekilde geçmeyen bir hıçkırık tuttuğu o tarihî üç hafta boyunca bir an olsun ayrılmamış, Jose Salgar’la beraber aralıksız nöbet tutarak haber konusu olabilecek iki uç olaydan birinin gerçekleşmesini beklemiştik: Ya Papa’nın hıçkırığı geçecekti ya da Papa ölecekti. Pazar günleri arabayla çayırların arasında gezerken de radyomuz hiç kapanmazdı, ki papanın hıçkırığını aralıksız takip edebilelim, ama çok uzaklara da gitmezdik, ki olay çözüme bağlandığında yazı işlerine çabucak dönebilelim. Geçen hafta Jose Salgar’ın emekliliği şerefine verilen akşam yemeğine katıldığımızda o dönemleri yad ettim; Jose Salgar’ın mesleki tezcanlılığının haber tahtası zamanından kalma dermansız bir alışkanlık olabileceğini galiba ilk kez o akşam düşündüm.
21 Eylül 1983, Al Pais, Madrid (Sayfa 359-363)