BAKTIKÇA – soru/yorum – A. Kemal KAŞKAR –
Cumhuriyetimiz 101’inci yaşına girdi. Günler geçiyor yine … Gelip geçme meraklısı günler yine bildik hızlarıyla koşuyorlar. Velhasıl bir koşudur gidiyor ömür dediğimiz. Cumhuriyetimizin yaşları da: 101, 102, 103, 104, 105, … gelip geçecek bi’ koşu, nefes nefese …
Eşim Ayşegül’le konuşuyoruz: ‘Cumhuriyetin kaçıncı yaşına kadar kim bilir? …’
“Konuyu kapatsak mı yoksa …” diyorum, gülüşüyoruz; bolca hüzün …
Ama, bir ihtimal var gibi …? Bir söz söylemeli. Her şeye rağmen.
“Cumhuriyetimizin 200’üncü yaşını görmek demek, behemehal gözlerimizle görebilmemiz demek değildir!” gibi bir söz örneğin.
29 Ekim 1943 doğumlu Sevgili Müjdat Gezen de 80’inci yaşgününde benzer duygu ve düşüncelerle bakın şöyle yazmış: “29 Ekim, benim doğum günüm. Cumhuriyet’in 100’üncü yılını gördüm. 81 yaşıma bastım. 150’nci yılını da göreceğim. Çünkü binlerce Cumhuriyetçi ve Atatürkçü öğrencim var. Onların çoğu ‘150. Yıl’ı görecekler. İşte o zaman ben de görmüş olacağım …”
Ne güzel. Ne güzel onca ‘çok gözlü’ olabilmek. Ne güzel o gözlerle yaşayabilmek …
“Cumhuriyetimizin yeni yeni yaşgünlerini; onu hep gençlerle buluşturup devrimci-demokratik bir eksen üzerinde geleceğe taşıyabildiğimiz, laik-demokratik yeteneklerini arttırabildiğimiz ve barış içinde bir dünyayı başarabildiğimiz kadar nice nice yıllar boyunca görebiliriz” de diyebiliriz örneğin.
Ona gözleri gibi bakacak yeni nesillerin pırıl pırıl gözleriyle … Gencecik, sıcacık bir sevgiyle.
‘Kaç yaşındaymış’a ilgi duyulmayan bir dünyada mümkün bu.
O dünyayı, -en kısa yoldan- ‘savaşsız, sömürüsüz, imtiyazsız, sınıfsız bölünmez bir yer’ olarak tarif edebilirsiniz. İçindeki ‘emperyalist kapitalizm ateşi’ söndürülmüş bir dünya. Yalan değil ‘gerçek’ bir dünya.
Bildiğimiz ‘hey gidi goca dünya’ işte!
Görüyorsunuz, farkediyorsunuz değil mi: Ne iyi, ne büyük imkan şu ‘behemehalli dünya’!
Ona en çok, Atatürk’ün: “Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” sözlerinden aşinayız.
Türk Dil Kurumu: “Her durumda, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka” diyor behemehal için.
Ben, ‘ille de’yi tercih ediyorum. ‘İlle’, daha bir kararlı, daha bir inatçı geliyor bana. Hele bir de ‘de’ ile de güçlendirildiğinde, pek bir etkili oluyor bence. Çok güzel oluyor.
Bu duygu ve düşüncelerimi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 38’inci olağan kurultayının sonuçlarının da güçlendirdiğini şuracığa not etmeliyim.
Ayrıca bir cümle daha:
4-5 Kasım’da Ankara’da CHP kurultayında yaşananları, yerel seçimlere doğru süreçte hissettirecek adımların bütün illerde ve ilçelerde de aynı cesaretle atılması gerektiğini düşünüyorum.
Kitlesel sosyalist muhalefetin de bu yolda sınavlara en iyi şekilde hazırlanmasını, Cumhuriyetimizin önümüzdeki yıllarında yine ve yine çalışkanlığı ve başarıları ile öne çıkmasını diliyorum.
Dolayısıyla Cumhuriyet’le birlikte yaşamaya, onun sonraki yüzyıllarına layığıyla ulaşması mücadelesine devam.
Haydi bakalım, Cumhuriyet ile birlikte ‘behemehal’in sunduğu olanaklardan sonsuza dek yararlanıp yaşamaya devam. Bunun, bir yönüyle ‘ömür uzatma vesilesi’ olduğunun farkındayım. Ne de olsa, yıllardır Milas’ta Nazlı Eray’ın “Ömür Uzatma Kıraathanesi” öyküsüne konu olan mekânın yakınlarında yaşamaktayım. Ya huyundan ya suyundan, bi’ biçimde etkiliyor insanı mekânlar …
“Ömür dediğin de, ne yaparsan yap ‘tükenip gidiyor!’ Ne ki, insan ömrünü neye vereceğini bilsin” diyor ve bu haftaki buluşmamızı, Zülfü Livaneli’nin, “Bir insan ömrünü neye vermeli” dizesiyle anılan, anımsanan çok güzel bestesiyle de türküleştirip taçlandırdığı “Eski Tüfek” adlı şiiriyle noktalıyorum …
Bir insan ömrünü neye vermeli
Tükenip gidiyor ömür dediğin
Yolda kalan da bir yürüyen de bir
Savrulup gidiyor ömür dediğin
Yüreğin ürperir kapı çalınsa
Esmeyen yelinden hile sezerler
Künyeler kazınır demir sandıkta
Harcanıp gidiyor insan dediğin
Dışı eli yakar içi de seni
Sona eklenmedi sözün öncesi
Ayrılık gününün kör dereleri
Bölünüp gidiyor nehir dediğin
Bir insan ömrünü neye vermeli
Para mı onur mu kaç dikenli yol
Ağacın köküne inmek mi yoksa
Çırpınıp duruyor yaprak dediğin
“Biz gazeteciyiz, gazetecilik yapıyoruz o kadar!”
Gün geçmiyor ki gazetecilik faaliyetleri nedeniyle gazeteciler hakkında soruşturma – gözaltı – adli kontrol şartıyla serbest bırakılma – tutuklanma – mahkumiyet haberleri gelmesin. Bu haberlerin ardından bir çift söz etme gereği duyup yazmışımdır hep ‘meslekî dayanışma’ için, sevgiyle, saygıyla.
Hep içtenlikle destek vermişimdir meslektaşlarıma.
Bu kez peş peşe geldi haberleri: T24 Yazarı Tolga Şardan, yazdığı bir yazı nedeniyle gözaltına alındı ve tutuklandı. Halktv.com.tr Özel Haber Muhabiri Dinçer Gökçe, yaptığı bir haber nedeniyle gözaltına alındı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Gazeteci Cengiz Erdinç gözaltında alındı ve O da adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. BirGün Gazetesi’ne ‘dezenformasyon’ soruşması başlatıldı. Bianet’ten Evrim Kepenek, yaptığı bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle ifadeye çağırıldı …
Gazetecilik mesleği sık sık birilerine rahatsızlık verir. Vermesi, bir yere kadar olağan bile karşılanabilir. Hatta: “Vermezse gazetecilik olamaz” denilebilir. Şunu rahatlıkla yazabilirim ki: Biz gazeteciler, kimilerine verdiğimiz rahatsızlıklarla gurur bile duyarız. Bunun, bir tür ‘ruhsal problem’ olarak değil mesleğimizin layıkıyla yapılmasının bir sonucu olarak peşinen kabul edilmesi gerekir. Elbette gerektiğinde ‘özür’ dilemesini de biliriz ama içtenlikle yapılan bir gazetecilik faaliyetinden ötürü haksız-hukuksuz suçlamalarla karşılaştığımızda asla geri adım atmayız. Durum budur.
Tolga Şardan’ın, tutuklanmasının hemen ardından genç bir meslektaşımızın, “Tolga Abi bi’şey söylemek ister misin?” sorusuna; “Yalnız değilsin Tolga! Tolga Abi yalnız değilsin! Tolga abi yanındayız!” bağırışları arasında verdiği “Biz gazeteciyiz, Gazetecilik yapıyoruz o kadar” yanıtıyla selamlıyorum Tolga’yı ben de …
Biz Gazetecilik yapıyoruz.
İyi ki yapıyoruz. Sık sık ‘Gazetecilik suç değil’ diye bağırıyoruz. Çünkü gazeteciliğimiz bizim onurumuz.
1 Yorum
NE İYİ Kİ NAMUSLU GAZETECİLER VAR.. SAYGILAR..