Ayşegül KAŞKAR –
Jack London / Roman / Koridor Yayıncılık / 2020 / 295 sayfa
Jack London, 12 Ocak 1876’da San Fransisco’da doğdu. Ortaokuldan sonra okulu bıraktı, ama kendini yetiştirmeyi bırakmadı. Tam bir kitap ve kütüphane kurduydu. Beş yıllık bir aradan sonra, 19 yaşında liseye döndü. Liseden sonra Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’ne de başladı. Ama o zamana dek limanda ve fabrikalarda amelelik yapmış, inci kaçakçılığına karışmış, Pasifik seferi yapan gemilerde miço olmuş, mevsimlik işçilerin arasında ülkenin pek çok yerini dolaşmış biri olarak üniversiteyi çok sıkıcı ve ruhsuz buldu. Altı ay dayandığı üniversiteyi “hevesten yoksun aklın gönülsüz arayışları”nın sürdüğü bir yer olarak tanımladı. Ve o sıralarda okumanın yanı sıra yazmaya da merak sardı. Durmaksızın öyküler, fıkralar, şiirler yazıp yayıncılara yolluyor ama sürekli reddediliyordu. 1897’de Alaska’da altın peşine düştü. Altın bulamadı ama eserlerinde ustalıkla kullanacağı pek çok deneyim ve öyküyle geri döndü. 1899’da büyük bir dergiyle anlaşarak düzenli olarak hikayelerini yayınlatmaya başladı. Öyküleri yayınlanmaya başladıktan sonra hayatı boyunca, ne olursa olsun günde en az bin kelime yazmayı adet edindi. Bu sıkı disiplini sayesinde de fazlasıyla üretken olabildi. Kısa sürede tanındı. Sinema endüstrisinin geleceğini gören ve romanlarının filme alınmasını sağlayan ilk edebiyatçılardandı. Jack London 20 yaşında sosyalizmi benimsedi. “Nasıl Sosyalist Oldum” adlı makalesinde de belirttiği gibi halkın en alt tabakalarını daha yakından gördükçe sosyalist fikirleri oluşmaya başladı. Mektuplarının bazılarını “Devrim için” diye imzalıyordu. Gençliğinde ABD’yi gezerek konuşmalar yaptı ve sosyalizm için taraftar toplamaya çalıştı, bu nedenle hapse girdi.
London, o zamana kadar çok büyük ölçüde “soylular için” üretilmiş bir yaklaşıma sahip olan edebiyata bütün sınıflara hitap eden bir anlayış getirdi. Bir nevi Amerika’daki proleter edebiyatın yaratıcısıydı. 1929’da New Masses adlı dergi, onun, Amerikan dehasının o güne dek doğurduğu ilk ve tek proleter yazar olduğundan söz ediyordu.
1900’de Bess Maddern ile ilk evliliğini yaptı. Ama bu bir ‘mantık’ evliliğiydi. Beş yıl sürdü. Joan ve Bess adında iki kızı oldu. Bess ile evliyken tanıştığı ve “can yoldaşım” dediği Charmian Kitteridge ile 1905’te evlendi. Charmian sıkı bir can yoldaşıydı. Birlikte, bugün pek yaygın olan aile tipi gezi teknelerinin ilk örneği olan Snark’ı yaptırıp 1907’de Hawaii’ye yelken açtılar, 1905’ten başlayarak koskoca bir çiftlik kurdular. London 22 Kasım 1916’da, yani daha kırk yaşındayken böbrek yetmezliğinden öldü.
Jack London’ın, Türkçeye çevrilen Martin Eden, Beyaz Diş, Vahşetin Çağrısı, Demir Ökçe, Yıldız Gezgini, Deniz Kurdu, Meksikalı Devrimci, Uçurum İnsanları, Cinayet Şirketi, Ay Vadisi ve Dehşet Ülkesi gibi kitaplarının da aralarında olduğu 50’nin üzerinde kitabı bulunmaktadır.
Beyaz Diş
London’ın Beyaz Diş romanı, ilk kez 1906 yılında tefrika halinde bir dergide yayınlanmıştır. Romandaki olaylar Amerika, Kanada ve Rusya’da geçmektedir. Romanda, insanların arasına (medeniyete / uygarlığa) katılmak için ormanı terk eden vahşi bir köpeğin; acı, buruk, şaşılası yaşamı anlatılmaktadır.
Roman, kuzey topraklarında ölen zengin birisinin tabutunu taşıyan Bill ve Henry isimli iki karakterin aç kurtlar tarafından takibe alınması hikâyesi ile başlar. Kızak köpekleri arasına korkusuzca dalan ve daha sonradan yarı köpek olduğu anlaşılacak dişi bir kurdun köpekleri kandırarak sürüye çekmesi ve öldürmesi, ardından da insan karakterlerden birinin kurtlara yem olması ile başlayan roman aslında Beyaz Diş’in hikâyesinin başlangıcıdır. Çünkü kızak köpeklerini tuzağa düşüren dişi kurt Beyaz Diş’in annesi Kiche’dir.
Bir sonraki bölümde, romanın başından itibaren gördüğümüz kurt sürüsünün, yaşlı ancak deneyimli ve güçlü hayvanlarından Tek Göz, Beyaz Diş’in annesini etkilemek için rakipleriyle ölümüne mücadele eder ve sonuçta mücadeleyi kazanır. Ardından kardeşleri ile birlikte Beyaz Diş dünyaya gelir. Hayatta kalan tek yavru olan Beyaz Diş büyüdükçe doğayı, düşmanlarını ve nasıl avlanılacağını öğrenir. Bir süre sonra anne babasının koruyuculuğundan çıkarak gerçek dünyanın zorluğu ve acımasızlığı ile yüz yüze gelmek zorunda kalır.
Bir gün dikkatsizliği sonucu bir Kızılderili grubunun arasına düşer. Çığlıklarına yetişen annesi Kiche’nin gruptaki Gri Kunduz’un abisine ait olduğunu ve kitabın başından beri aktarılan yarı kurt yarı köpek oluşu ile kurtların arasına katılma hikayesini bu bölümde öğreniyoruz. Gri Kunduz, dişlerinden dolayı yavru kurda Beyaz Diş ismini koyar ve Kiche ile birlikte yanına alır.
Beyaz Diş’in kızılderili köyündeki yaşamı kolay geçmez. Diğer köpekler tarafından dışlanır ve sürekli saldırıya uğrar. Gri Kunduz bazı mallar karşılığında annesi Kiche’yi Üç Kartal isimli bir diğer Kızılderili’ye verince tamamen yalnız ve savunmasız kalır. Ancak yaptığı kavgalar nedeniyle usta bir dövüşçü olur. İnsanlara alışması ve saygı duymaya başlaması da Kızılderililer ile geçirdiği bu yıllarda gerçekleşir.
Kıtlığın yaşandığı sert bir kış sonrası Gri Kunduz, ürettiği deri ve kürkleri satmak için Beyaz Diş ile birlikte Yukon’a gelir. Beyaz Diş burada da sürekli köpeklerle kavga eder. Bu kavgalar kamptakilerin ve özellikle de kampın aşçılık ve diğer ayak işlerini yapan kamptakilerce sevilmeyen Güzel Smith adındaki oldukça kötü bir adamın dikkatini çeker. Beyaz Diş’i Gri Kunduz’dan satın almak ister. İlk başta Gri Kunduz bu teklifi kabul etmese de Güzel Smith, Gri Kunduz’u viskiye alıştırır. Elindeki tüm para ve malları harcamasına yol açan bu alışkanlığı yüzünden Beyaz Diş’i de viski karşılığında Güzel Smith’e vermek zorunda kalır.
Beyaz Diş, başından beri hazetmediği Güzel Smith’e hep saldırır. Smith tarafından şiddetli dayak ve işkencelere maruz kalarak bir kafese kapatılır ve diğer köpeklerle dövüştürülmeye başlanır. Kendisine rakip olarak köpekler haricinde vahşi kurt ve vaşaklar getirilir ama çevikliği ve gücüyle tüm dövüşleri kazandığından ‘dövüşen kurt’ olarak ünlenerek gösteri hayvanı olarak sergilenmeye başlanır. Kendisine rakip bulunamadığı bir dönemde Cherokee isminde bir bulldog ile dövüştürülür. Bir anlık dikkatsizliği sonucu boynunun altından ısırılır. Beyaz Diş ne yaptıysa onun elinden kurtulamaz. Ölmek üzereyken o civardan geçmekte olan kızaklı iki kişi Beyaz Diş’in yardımına koşarlar, Weedon Scott ve Matt, Beyaz Diş’i bulldogun dişlerinden kurtarırlar. Onu sahibinden az bir para karşılığı zorla alırlar. Güzel Smith, Beyaz Diş’i vermeyi ilk başta kabul etmese de sonunda razı olur ve onu satar.
İlk günlerde Scott ve Matt, Beyaz Diş’i ehlileştirme konusunda başarısız olurlar. Beyaz Diş yeni sahibi olan Scott’i ilk başta kabul etmez. Kendisini cezalandırmalarını bekler. Halbuki Scott, Beyaz Diş’in bu haliyle yaşayıp yaşamayacağını düşünür çünkü Beyaz Diş fazla hırpalanmış, boğazında derin bir yarası vardır. Buna rağmen yaşamayı başarır ve yeni sahibinin sevgisi sayesinde yavaş yavaş uysallaşmaya başlar. Beyaz Diş sahibinin evini koruyup gözetlerken sahibi ise onun bakımını üstlenmiştir.
Bir süre sonra Beyaz Diş, Scott’a karşı büyük bir sevgi beslemeye başlar hatta Scott California’ya ailesinin yanına gidince üzüntüsünden yemek yemez hastalanır ve ancak sahibi geri gelince iyileşir. Bu nedenle Scott bir kez daha ayrılması gerektiğinde bu kez Beyaz Diş’i yanına alır.
California’da ilk başta Weedon Scott’un ailesi tarafından çok sıcak karşılanmaz. Tüm aile fertlerinde bu yarı kurt yeni misafire karşı bir korku ve tedirginlik vardır. Zamanla çiftlikteki köpekler de ev halkı da onu kabullenirler.
Scott’ın yargıç babasının mahkum ettiği azılı bir katil olan Jim Hall hapisten kaçar ve zanlı Scott’ın evine girer. Ev halkı o gece büyük bir gürültü ve iki el silah sesiyle uyanırlar. Salona girip baktıklarında Beyaz Diş’i yaralı olarak yatarken, katili ise boylu boyunca kanlar içinde yere serili bulurlar. Beyaz Diş’i hemen veterinere götürürler. Doktor ameliyat iyi geçse dahi yaşayamayacağı düşüncesindedir. Fakat Beyaz Diş yaşama gücü ile hayatta kalmayı başarır. O geceden sonra bütün aile ona ‘Kutsanmış Kurt’ demeye başlar …