Oriana Fallaci / Çeviren: Pınar Kür / Kurgu / Kuzey Yayınları / 1. Basım 1985 / 83 sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR
Oriana Fallaci, 29 Haziran 1929’da Floransa’da doğdu. Babası, Mussolini’ye karşı mücadeleye öncülük eden ve Nazilerin Floransa’yı işgali sırasında kaçırılıp işkence gören bir insandı. Hayatı hep hareket halinde olan Fallaci, öykü yazmaya 9 yaşında başlamıştı. Daha 14 yaşında direnişe başlayarak bu dönemde İtalya’da Giustizia e Libertà adlı anti-faşist bir örgüte katıldı. Fallaci, savaş sırasında yaptığı çalışmalardan dolayı İtalya’da ödüllendirildi. 17 yaşında gazetecilik mesleğine adım atan Fallaci, Ayetullah Humeyni, Henry Kissinger, Muammer Kaddafi, Golda Meir, Ariel Şaron, İndira Gandhi, Zülfikar Ali Butto gibi birçok ünlü liderle yaptığı çarpıcı röportajlarla adından söz ettirdiği gibi 1967 yılından sonra savaş muhabirliği yapmıştır. 7 yılını geçirdiği Vietnam başta olmak üzere Güney Asya, Orta Doğu, Güney Afrika, Orta ve Güney Amerika’da sıcak çatışmaların yaşandığı savaş bölgelerinde gazeteci olarak çalıştı. “Öfke ve Gurur” adlı eseri İtalya’da 1 milyondan fazla sattı.
2 Ekim 1968’de Meksika Olimpiyatları sırasında polisle göstericiler arasında çıkan çatışma esnasında sırtından ve dizinden vurularak ağır yaralandı, öldüğünün sanılması üzerine morga kaldırıldı. Ancak morgda görevli bir rahibin nefes aldığını görmesiyle yaşadığı anlaşıldı ve tekrar hayata döndü. Böylelikle Fallaci, Meksika’da üç yüz kişinin ölümüyle sonuçlanan Tlatelolco katliamında hayatta kalan iki kişiden biri oldu.
Fallaci pek çok kez ölüm tehdidi aldı. Hayatının son dönemlerini New York’ta geçiren Oriana Fallaci, 15 Eylül 2006 tarihinde kanser tedavisi gördüğü Floransa’da yaşamını yitirdi.
Kitapları
Doğmamış Çocuğa Mektup, Penelope Savaşta, Güneş Batarsa, Hiçbir Şey, Bırak Öyle Kalsın, Tarihle Söyleşiler, Bir insan, İnşallah
Arka Kapak’tan …
Kitabı okuyacakları (belki de beni) heyecanlandıracak bir şekilde arka kapakta:
“Kuşkulanmaktan korkmayana, bıkıp usanmadan ve ölüm tehlikesine aldırmadan nedenleri arayana. / Hayat verme ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine sorana.
Bu kitap bir kadın tarafından tüm kadınlara adanmıştır.” deniliyor.
“Senden korkuyorum. Seni hiç yokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: “Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni, neden?”
İtalyan yazar Oriana Fallaci böyle diyor derin izler bırakan kitabı “Doğmamış Çocuğa Mektup”un başlarında. Erkeğinden ayrılmış bir kadının, gebe olduğunu anladığı andan başlayarak hissettiklerini, iç dünyasında kopan fırtınaları, yaşadığı korkuları, coşkusunu ve erincini başka hiçbir kitap bu kadar başarıyla yansıtamadı, okuru bu denli etkileyemedi. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla, onu karnında taşıdığı sürece yürüttüğü bir monolog bu kitap. İlk yayınlandığı 1975 yılından bu yana sayısız dile çevrilen bu çarpıcı kitap, Fallaci’nin ustalıklı ve şiirsel anlatımıyla haklı bir başarıya ulaşıyor; unutulmazlar arasında yerini alıyor.
Tam bu noktada, Pınar Kür’ün ustalıklı çevirisine de dikkat çekmeliyim …
İyi okumalar …
Kitaptan bir bölüm …
“Kadın olmanı isterdim… Günün birinde benim başıma gelenin senin de başına gelmesini isterdim. Kadın doğmanın büyük bir bahtsızlık olduğunu düşünen annemle aynı görüşte değilim. Annem, çok mutsuz olduğu anlarda içini çeker, ‘Ah, keşke erkek olsaydım’ der. Biliyorum, erkekler tarafından, erkekler için düzenlenmiş bir dünya bizimkisi. Diktatörlükleri öylesine eski ki, dilleri bile etkileri altına almışlar. Çoğu dillerde erkek, hem erkek hem de kadın demek; erkek, her dilde bir üstünlük sıfatı. Gene, erkeklerin yaşamı açıklamak için uydurdukları efsanelerde, ilk insanın adı Adem. Havva sonradan geliyor, ona zevk vermek ve başına işler açmak için. Kiliseleri süsleyen resimlerde Tanrı sakallı, yaşlı bir adam olarak gösteriliyor, hiç bir zaman ak saçlı yaşlı bir kadın olarak değil. Tüm yiğitler erkek: ışığı bulan Prometheus’dan uçmaya kalkan Icarus’a, Tanrı’nın oğlu olarak nitelenen İsa’ya değin: sanki onu doğuran kadın bir kuluçka makinesi ya da bir sütnineymiş gibi. Ama işte, belki de sırf bu nedenlerle, kadın olmak çok harika bir şey. Nasıl da cesaret isteyen bir serüven! Hiçbir zaman sıkıcı olmayan bir meydan okuma! Kadın doğarsan yapacak o kadar çok şeyin olacak ki. Bir kere, Tanrı varsa eğer ak saçlı bir kadın ya da güzel bir genç kız olabileceği düşüncesini savunmaya çalışacaksın sürekli. Sonra, Havva ağaçtan elmayı kopardığı gün cennete giren şeyin günah değil de, o eşsiz erdem, itaatsizlik olduğunu anlatmaya çalışacaksın herkese. Son olarak, o yumuşak, biçimli gövdenin içinde bir yerde sesini duyurmaya uğraşan bir zekân olduğunu göstermeye çalışacaksın. Ana olmak bir iş değildir. Bir görev bile değildir. Yalnızca sahip olduğun birçok haktan biridir. Bunu söyleyebilmek, anlatabilmek için ne kadar çok çaba harcayacaksın. Ve çoğu kez, hemen hemen her zaman, yenilgiye uğrayacaksın. Ama cesaretini yitirmemelisin. Savaşmak kazanmaktan çok daha iyi, yolculuk yapmak varmaktan çok daha güzel: bir kez kazandın mı ya da gideceğin yere vardın mı, engin bir boşluktan başka bir şey duymazsın. Bu boşluğu yenmek için de yeniden yola çıkmak zorundasın, yeni yeni amaçlar yaratmak. Evet evet, umarım kadın olursun. Ve umarım annemin dediğini hiç demezsin. Ben hiç demedim.
Gene de… Erkek doğarsan da aynı ölçüde sevinirim. Hatta belki daha çok. Çünkü o zaman bir sürü aşağılamadan, ezilmekten, kullanılmaktan kurtulmuş olursun. Erkek doğarsan, karanlık bir sokakta ırzına geçilmesinden çekinmen gerekmeyecek. İlk bakışta kendini kabul ettirmek için güzel bir yüze, zekânı saklamak için biçimli bir gövdeye gereksinme duymayacaksın. Sevdiğin biriyle yattığın için kimse ayıplamayacak seni, ağaçtan elmayı kopardığın gün cennete günahın girdiğini söylemeyecekler. Çok daha az savaşmak zorunda kalacaksın. Üstelik daha da rahat savaşacaksın, Tanrı varsa eğer ak saçlı bir yaşlı kadın ya da genç bir kız olabilme savını ortaya attığın zaman. Aşağılanmadan kendi yaşamını kendin çizebileceksin. Gene de, köleliğin, haksızlığın başka türleriyle karşılaşacaksın: yaşam bir erkek için bile kolay değil. Kasların daha güçlü olacak, onun için daha ağır yükler taşımanı isteyecekler, zorla sorumluluklar yükleyecekler omuzlarına. Sakalın olacak, onun için, ağlayacak olursan eğer, aradığın sevgiyi vereceklerine sana, yüzüne yüzüne gülecekler.
…
Erkek doğarsan, umarım hep düşlerimde kurduğum gibi bir erkek olursun, zayıflara karşı yumuşak, küstahlara karşı sert, seni sevenlere karşı cömert, seni kullanmak isteyenlere karşı acımasız…
…
Benim için her şeyden önemlisi senin bir kişi olman. Kişi, harika bir sözcük; çünkü, kadın erkek ayrımı yapmıyor. … Yüreğin, beynin cinsiyeti yok. Davranışların da yok. Hiç unutma bunu. Ve sen, yüreği ve beyni olan bir kişi olarak yetişirsen, şu ya da bu biçimde -erkek ya da dişi olarak- davranman konusunda ısrar edecekler arasında ben olmayacağım. Ben yalnızca, doğmuş olmak mucizesinden sonuna kadar yararlanmanı, hiçbir zaman korkaklığa boyun eğmemeni isteyeceğim senden. Her an pusuda bekleyen bir hayvandır korkaklık. Hepimize, her gün saldırır; kendisini paramparça etmesine izin vermeyen insanların sayısı ise çok azdır. Temkinlilik adına, kolaylık, çabukluk adına, kimi zaman bilgelik adına parçalanırlar. Bir tehlikenin tehdidi altında korkak olan insanlar, tehlike ortadan kalkınca atak olurlar birden. Sen hiç bir zaman tehlikeden kaçınmamalısın, korku seni geri çekerken bile. Dünyaya gelmek başlı başına bir tehlike zaten. İlerde doğmuş olmaktan dolayı yerinme tehlikesi.
Belki seninle bu biçimde konuşmak için çok erken. Belki şimdilik üzücü ve çirkin şeylerden söz etmemeli, yalnızca sevinç ve masumluk dolu bir dünya anlatmalıyım sana. Ama bu seni bir tuzağa çekmek demek olur, çocuk. Dünyanın, yürürken tökezleneceğin, düşüp canını acıtacağın, taşlarla dolu bir yol değil de, üstünde yalınayak yürüyebileceğin yumuşak bir halı olduğuna seni inandırmaya çalışmak olur. Oysa taşlardan korunmak için demirden ayakkabılar giymek gerek. Bu bile yeterli değil üstelik, çünkü sen ayaklarını korurken adamın biri yerden taşı almış, kafana atmaya hazır olacaktır.
Şimdi biri beni işitse ne der acaba? Beni deli mi sanır, yoksa yalnızca zalim mi? … (Sayfa 11-12-13)