Nedim GÜRSEL / Anlatı / Doğan Kitap / Şubat 2020 / 212 sayfa
Ayşegül Şenay KAŞKAR –
Nedim Gürsel, 5 Nisan 1951 yılında Gaziantep’te doğdu. Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Yazıları 1960’ların sonlarından itibaren edebiyat dergilerinde yer almaya başladı.
12 Mart muhtırasının ardından bir yazısı gerekçe gösterilerek yargılandı. Bu olayın ardından Fransa’ya gitti. Sorbonne Üniversitesi’nde Modern Fransız Edebiyatı okudu. Doktorasını yine Sorbonne’da, Louis Aragon ile Nâzım Hikmet’i konu alan “karşılaştırmalı edebiyat” alanında tamamladı. Fransa’dan 1979’da döndüğü Türkiye’de kısa süre kalabildi. 12 Eylül’ün ardından yeniden Fransa’ya gitti.
Akademik faaliyetlerine paralel olarak, aralarında Le Monde, Cumhuriyet ve Milliyet’in de bulunduğu çeşitli basın-yayın kuruluşlarına yazılar yazdı.
Hâlen Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) Araştırma Başkanı görevinin yanı sıra Sorbonne Üniversitesi’nde ve Paris INALCO’da (Doğu Dilleri Yüksek Okulu) Türk Edebiyatı dersleri vermektedir. PEN Yazarlar Derneği, Paris Yazarlar Evi ve Akdeniz Akademisi üyesidir. Leyla Gün Gürsel ve Dilay Alin Gürsel adlarında iki kız çocuğu babasıdır.
Eserleri 20 dile çevrildi …
Uzun Sürmüş Bir Yaz, Şeyh Bedrettin Destanı Üzerine, Çağdaş Yazın ve Kültür, Yerel Kültürlerden Evrensele, Sevgilim İstanbul, Sorguda, Seyir Defteri, Son Tramvay, Pasifik Kıyısında, Nâzım Hikmet ve Geleneksel Türk Yazını, Başkaldıran Edebiyat, Boğazkesen – Fatih’in Romanı, Balkanlara Dönüş, Uzun Bir Ayrılık İçin Kırk Kısa Şiir, Paris Yazıları, Paris Kitabı, Gemiler de Gitti, Yüzyıl Biterken, Yaşar Kemal: Bir Geçiş Dönemi Romancısı, Aragon: Başkaldırıdan Gerçeğe, Cicipapa – Toplu Öyküler, Öğleden Sonra Aşk, Güneşte Ölüm, Bir Avuç Dünya, Sağ Salim Kavuşsak – Çocukluk Yılları, Resimli Dünya, İlk Kadın, İzler ve Gölgeler, Dünya Şairi Nâzım Hikmet, Çıplak Berlin, Bozkırdaki Yabancı, Yedi Dervişler, Başkaldıran Edebiyat, Allah’ın Kızları, Şeytan, Melek ve Komünist, Aragon, Yine Bana Döneceksin, Aşk Kırgınları, Yüzbaşının Oğlu, Acı Hayatlar, Tehlikeli Sevişmeler, Bana İtalya’yı Anlat, Uzun Bir Ayrılık İçin Kırk Kısa Şiir, Söz Uçar, Piramitlerin Gölgesinde, Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik, Mehdi’yi Beklerken, Baba Bak Deniz – Babalar ve Kızları, Aşk ve İsyan
Kappembe …
Kızımın gardırobu çok dolu sayılmaz ama annesinin aldığı her giysinin onun minicik, uyumlu vücuduna yakıştığını söyleyebilirim. Hele beyaz üzerine -hani ne derler, pointillé mi?- yuvarlak biçimlerden oluşan bir elbisesi var ki, renklerin adlarını öğrenmede bayağı işe yarıyor. Elini elime verip işaretparmağımı yuvarların üzerinde dolaştırmaya başlayınca ders de başlıyor. Daha doğrusu, “Bu”yu izleyen soru işaretinden ibaret bir sorgulamaya muhatap oluyorum. “Bu?” diye soruyor örneğin, “Mavi” diye yanıtlıyorum. “Mavi” diye tekrarlıyor. Ve birden mavilikler içinde buluyoruz kendimizi. Bulut mavi, gökyüzü ve deniz de öyle. Ama birbirine karışmayan maviler, mavilikler içindeyiz. Bulut, bulut mavisinde, gökyüzü çivit, deniz yer yer laciverte çalan turkuaz renginde. Bir gemi yelken açıyor engine. O da mavi. Her şey kendi gerçeğini, kendini dışa vuruyor. Ve işaret parmağım kızımın avucunda, renkler arasında çıktığımız yolculuğu sürdürüyoruz.
“Bu?” “Kırmızı” diyorum. “Bu?” “O mu, o pembe!” Kızım, “Pembe” diye tekrarlar tekrarlamaz bir iyimserliktir alıyor bizi. Dünya pespembe, savaş yok. Dilay’ın yaşında boğulan çocuklar da yok. Hele ölüm hiç yok. Kimse boğulduğu yaşta değil, herkes hayatta. Bir arada kardeşçe yaşıyoruz. “Ama o çingene pembesi” diyorum. “Çingene pembesi.” Ne desem tekrarlıyor. Ve gülümsüyor durmadan. İyimserim ya, kızımın gülümseyişini Jaconde’unkine (Mona Lisa) benzetiyorum. Dünyanın en güzel, en saf, en yumuşak, en gizemli gülümsemesi. Derken “yeşil”e geliyor sıra. Ve dünya yeşile kesiyor. “Yeşil” diyorum. “Bak yeşil ağaç!” Ulu bir çınarın gölgesi düşüyor üstümüze. Bahar gelmiş, akasyalar çiçek açmış. Zeki Müren’in söylediği şarkıda değil, gerçekten çiçek açmış akasyalar. Kavaklar hışırdıyor rüzgârda. “İzmir’in kavakları / Dökülür yaprakları.” Dilay İzmir doğumlu ya oraya gidiyor aklım. Hemşeri sayılırız. Dedem Akhisarlıydı, annem Ödemiş doğumlu. “İzmir’in kavakları / Dökülür yaprakları / Bize de derler Çakıcı / Yâr fidan boylum / Yakarız konakları.” Büyüdüğünde Dilay da fidan boylu olacak. Ama konakları değil gönülleri yakacak.
Ona, cumhuriyetin ilanından sonra Ödemiş’e yargıç olarak atanan büyük büyükbabasının kızına, yani babaannesine kentin soylu ailelerinin birinden bir sütanne arandığını ve sonunda Çakıcı Efe’nin kızının bulunduğunu söylemiyorum. Ne de olsa kız çocuğu, damarlarında eşkıya kanının dolaştığını bilmemeli. Ödemiş doğumlu annemi, kentin ilk yargıcının üç kızından en küçüğünü Çakıcı’nın kızının emzirdiğini anlatırdı teyzelerim, ben onların yalancısıyım. Bu öyküyü Avignon tiyatro festivaline katılmak için yaptığımız bir tren yolculuğunda Yaşar Kemal’e anlatmış, İnce Memed gibi eşkıya takımıyla fazla düşüp kalkmamasını, asıl benim damarlarımda eşkıya kanı dolaştığını söylemiştim de makaraları koyuvermiştik. Günü geldiğinde, üzerine gölge düşmeyen dostluğumuzun anısına, Yaşar Kemal’in romanlarını da vereceğim Dilay’a. Belki o zaman bu öyküyü de anlatırım, şimdi sırası değil.
Derken “sarı”ya geliyor sıra. “Sarı” der demez yaprak dökümü de başlıyor. Kavaklarda değil yalnızca, hayatımda da. Koskoca aileden bir ben sağ kaldım, bir de ağabeyim. Eşkıya dahi olsan kurtuluş yok ölümden. Yine de sonbaharda sarının tonları tüm renklerden daha güzel. “Kırmızı”, “sarı”, “kestane” derken gökkuşağının renklerini tamamlıyoruz Dilay’la. Kavuniçiyle vişneçürüğüne hiç bulaşmadan. Yumuşacık bir yağmur yağmaya başlıyor dışarda. Cama vuran her damlada bizi bırakıp gidenleri, gidip de dönmeyenleri anımsıyorum. Neyse ki önce güneş sökün ediyor, ardından gökkuşağı.
“Sakın ha altından geçme!”
“Neden?”
“Erkek olursun sonra.”
Dilay’ın yaşındayken bir taşra kasabasının kuytu mahallesinde oynadığımız oyunlar düşüyor aklıma. Sağanak ansızın indirir, dam saçak demeden sokaklardan çıkarırdı öfkesini. Dindiğinde çamura bata çıka gökkuşağının peşine düşerdik. Altından geçip kız olmak istemezdik ama. Aramıza kızları da almazdık. Onların da gökkuşağının altından geçerlerse erkek olacaklarını bildiğimizden, bizimle oynamalarını istemezdik. Adları ya Ayşe ya Zeynep ya da Hatice’ydi. Peygamber efendimizin eşlerinin adları. Benim kızımın adı biliyorsunuz Dilay. Ama Gönül de olabilirdi, Özlem de. Öykü de. Her iki ad da doğrusu yakışırdı kızıma. Daha bu yaşta tattı özlemi, öyküsüyse, hayat hikâyesi, yeni başlıyor. Son kez “kara”nın üzerinde duruyor işaretparmağım. “Kara” diyorum, “bak kapkara!” Pembeye götürüyor parmağımı. “Bak” diyor, “kappembe!” Hayatımızın rengini buldu sonunda. Hayatımız bundan böyle “kappembe” olacak demektir. (Sayfa 57-60)